Köy Anıları

     Murat KaraKöy Anıları

     Murat Karabulut'dan Tatlı Bir Anı;

Günlerden sıradan bir gündü. Yukarıdan geliyorduk noşho dayımı yine kim kızdırmış bilmiyorum ama.Her zamanki gibi kızınca yaptığını yaptı yine çıktı,sokagın ortasına bütün köyü güzelce bir kalayladı,sonrada KIRAN girsin hepinize dedi. durdu durdu biraz. Banada girsin ben ne yapim tek basıma dedi. ( Mekanın cennet olsun Naşho dayı ) 

Murat Karabulut 27.12.2006

Arzu Yadigar (Yeşilyurt) - İtiraf Ediyorum;

1993 YAZI. KENDİ KOYDUĞUMUZ ADLA ‘MUHTEŞEM DÖRTLÜ’ , ANNEMİN DEYİŞİYLEDE, ‘SERBEST’S PARTİSS MIHAR’(BUNLAR SERBEST PARTİ). SERAP – ÖZLEM- AYFER VE BEN.

HERZAMANKİ GİBİ MUHTEŞEM VE EĞLENCEYLE GEÇEN Bİ AĞUSTOS GÜNÜNÜN AKŞAMINDA KARAR VERDİK VE KENDİMİZCE PLANLAR YAPTIK:

‘HER GECE CAMİNİN DUVARINDA TOPLANAN GENÇLER NE KONUŞUYORLAR DİNLEYECEĞİZ.’

AMA BUNU NASIL YAPABİLİRDİK? GECENİN O VAKTİNDE DÖRT KIZ KÖYÜN MEYDANINA GİDEMEZDİYA. (ASLINDA GİDERDİKTE EH İŞTE…) DÜŞÜNDÜK TAŞINDIK EN NİHAYET BULDUK NE YAPACAĞIMIZI. ERKEK KILIĞINA GİRECEKTİK. AMA SORUN SADECE ERKEK KILIĞINA GİRMEKLE BİTMİYOR Kİ. EV AHALİLERİNİN UYUMASI YADA BİZİM ONLARI UYUTMAMIZ GEREKİYOR.

DERKEN …İŞTE BÖYLE BİR FIRSAT GELDİ BULDU BİZİ. ASIL SORUN OLAN MEHMET ABİM (MEHMET YEŞİLYURT) UZUNYAYLAYA BİR DÜĞÜNE GİDECEK. DURUM BÖYLEYKEN HEMEN ÇALIŞMALARA BAŞLADIK AKŞAM İÇİN MALZEME TOPLAMAYA. ALLAH NUR İÇİNDE YATIRSIN EMMİ’NİN (MEVLİT KARABULUT) CEKETİNİ, HABIJ ABİNİN(SEBEHATTİN KARABULUT) KOCUĞUNU, BABAMIN DUVARDA HATIRA DİYE ASILI SİYAH FÖTÜR ŞAPKASINI VE SAİM AMCANIN(SAİM YÜKSEL) ESKİ KOCUĞUNUN KÜRKÜNDEN YAPTIĞIMIZ BIYIKLARI, HEPSİNİ HAZIRLADIK.

ANNEMİN UYUDUĞUNA KENDİMİZCE İNANARAK BİZİM EVDE ODALARDAN BİRİNE ÇEKİLEREK HAZIRLANMAYA BAŞLADIK. BİR TARAFTAN DA NE YAPACAĞIMIZI, NASIL DAVRANACAĞIMIZI, NE KONUŞACAĞIMIZI PROVA EDİYORUZ.

ALBUZ – ZEHNİ – UMAR – HANEFİ. BUNLARDA TAKMA İSİMLERİMİZ. KABERDEY AKSANIYLA KONUŞAN, ORTA YAŞLI ADİGE GENCİ HAVASI YARATACAĞIZ. NEDEN?. ÇÜNKÜ GENÇLERİN ÇOĞU ÇEÇEN. NE DESEK ANLAMAZLAR. İŞTE MÜTİŞ PLAN BU. 

TÜM HAZIRLIKLAR TAMAM. SAAT :24 VE BİZ KİMSEYE GÖRÜNMEDEN EVDEN SIVIŞTIK, NACİYE TEYZENİN VE ASİYE TEYZENİN EVİ ARASINDAN CAMİ MEYDANINA YÜRÜMEYE BAŞLADIK. BU ARADA HABIJ ABİNİN KISA SAMSUN PAKETİNDEN DE İKİ ÇÖP SİGARA YÜRÜTTÜK Kİ ELİMİZDE SİGARA OLURSA DAHA İNANDIRICI OLUR DİYE. SİGARANIN BİRİ BENDE BİRİ ÖZLEMDE. GİDİYORUZ…..

PLAN ŞU; DUVAR KENARINDA BEKLEŞMEKTE OLAN GENÇLERİN YAKININDAN GEÇERKEN ONLARA KÖYDE BİR DÜĞÜN OLUP OLMADIĞINI SORACAĞIZ VE SAKİNCE YOLUMUZA DEVAM EDİP CAMİNİN ARKASINA DOĞRU YANİ AŞAĞIMAHALLEYE GİDER GİBİ BİR KENARDA BEKLEYİP ONLARI DİNLEYECEĞİZ. BU ARADA DA KENDİ ARAMIZDA TAKMA İSİMLERİMİZİ KULLANIP KABERDEYCE KONUŞACAĞIZ.

DERKEN BİZ, GENÇLERE YAKLAŞTIK. KARANLIKTANDA KİM KİMDİR SEÇMEYE ÇALŞIYORUZ. ŞUAN BİLE HATRLIYORUM OKADAR HEYECANLANMIŞTIMKİ. O YÜRÜYÜŞ BANA SAATLER GİBİ GELMİŞTİ.

İLK KONUŞMAYA YİNE İÇİMİZDE EN CESUR OLAN ÖZLEM YANİ ALBUZ BAŞLADI;

--- YEEE…. GENÇLAR…. BU KÖYDE DÜĞÜN WAR MI?.......

CEVABI KİMİN VERDİĞİNİ İNANIN HİÇBİRİMİZ HATIRLAMIYORUZ AMA ÖNCE KALABALIKTA BİR UĞULTU OLDU SONRA;

---- YOK YOK … DEYİP GÜLÜŞTÜLER.

İŞTE HERŞEYİ BU ANDA BEN REZİL ETTİM. BİRAZ İNANDIRICI OLSUN DİYE ELİMDEKİ SİGARAYI İÇİME ÇEKİNCE OLAN OLDU VE BAHARA ÇIKAMAYAN KÖTÜ TOKLULAR GİBİ ÖKSÜRMEYE BAŞLADIM. İŞTE BU PANİKLE KENDİMİZİ HAJLERİN MAHALLEYE ATTIK VE BAŞLADIK KOŞMAYA. VAHİT ABİNİN EVİNİN ÖNÜ – NAŞHO DAYIMIN EVİNİN YANINDAN AŞAĞI DOĞRU KOŞMAYA DEVAM ETTİK. BİZ BÖYLE ŞÜPHELİ DAVRANINCA ELBETTEKİ GENÇLERDEN DE PEŞİMİZE KOŞTURANLAR OLDU. YAŞADIĞIMIZ BU PANİKLE BEN VE YANIMDA ZAVALLI AYFERİDE SÜRÜKLEYEREK SELEDİN AMCANIN EVİNİN ÖNÜNDEN ŞIK NİHAT AMCANIN EVİNİN ÖNÜNE ÇIKTIK. SERAPLA ÖZLEMDE KÖPRÜYE DOĞRU KOŞMAYA BAŞLADILAR. BİZİM BAHÇENİN ORDA BULUŞACAKTIK GÜYA. ANCAK AYFERLE BENİM HESAPLAYAMADIĞIM BİŞİ OLDU VE BİZ SELEDİN AMCANIN DUVARINDAN ATLARKEN HARÇSIZ DİZİLEN TAŞLAR BÜYÜK BİR GÜRÜLTÜYLE DEVRİLDİ. DUVARIN DEVRİLME SESLERİNE SELEDİN AMCA VE AİLESİ SOKAĞA FIRLADILAR. BİZSE DURUM BUKADAR REZİLLEŞİNCE DAHA BİR PANİKLE ŞIKLARIN BAHÇESİNİN ARKASINDAKİ O KARANLIK SOKAĞA FIRLADIK.

AYFER ÖNDE BEN ARKADA KOŞARKEN TAM SOKAĞIN BAŞINDA BAŞIMI ÇEVİRİP GERİDEKİ FACİAYA BAKTIM. NE YAZIKKİ SESİMİZE NİHAT AMCA EŞİ CEVAHİR YENGE, KARŞI KOMŞULARI DADU ABİLER(SELAMİ YURTTAŞ) HEPSİ KAPIYA ÇIKMIŞTI. AMA ASIL KORKUNCU BU SESLERDEN VE BİZİM KOŞTURMAMIZDAN RAHATSIZ OLAN CEYSIN( NİHAT AMCALARIN KÖPEĞİ) BAĞLI OLDUĞU İPİ KOPARMIŞ VE PEŞİMİZDEN GELİYORDU.

AYFER ÖNDE BEN ARKADA BENİMDE ARKAMDA CEYSIN KÖPRÜYE DOĞRU KOŞTURUKEN İNANIN NE MAHALLEYE REZİL OLŞUM, NE TÜM BUNLARDAN DOLAYI ANNEMDEN YİYECEĞİM PAPARA VARDI AKLIMDA. HAYATIM BİR ŞERİT HALİNDE O KARANLIK SOKAKTA GÖZÜMÜN ÖNÜNDEN GEÇERKEN AKLIMDA OLAN TEKŞEY BAŞIMDAN DÜŞEN BABAMIN HATIRA FÖTÜR ŞAPKASIYDI. BİR KAÇ SANİYE SÜREN O KOVALAMACAMIZ BANA SAATLER GİBİ GELMİŞTİ. ( BU KOVALAMACADA KÜÇÜK Bİ ADİLİK YAPMIŞTIM. ÖNDE KOŞAN AYFERİ SIRTINDAN TUTUP BEN ÖNE GEÇTİM VE SIRALAMAMIZ BİRAZ DEĞİŞMİŞTİ. BEN ÖNDE AYFER ARKAMDA CEYSIN EN ARKADA. AYFERİN DİLİ KISA BİR SÜELİĞİNE TUTULMUŞTU AMA VİCDANIM RAHAT HİÇ BİRİMİZE BİŞİ OLMADIJ)) NEYSEKİ CEYSINA YAKALANMADAN KENDİMİZİ BİZİM EVİN ÖNÜNE ATTIK. ÖZLEMLE SERAP BİZDEN ÇOK ÖNCE YETİŞMİŞTİ. AMA KARŞIMDAKİ MANZARA CEYSINLA OLAN KOVALAMACADAN DAHA ÜRKÜTÜCÜYDÜ. ÇÜNKÜ, YOKLUĞUMUZU FARKEDEN ANNEM, SANİYE ABLA, GULASE TEYZE, İKPAL YENGE VE SAİM AMCA (SAİM YÜKSEL) BİZİ BEKLİYORLARDI. ÜSTELİK ÇOK TATSIZ BİR İFADEYLE BAŞLARINI SALLIYORLARDI. HEPSİ İYİDE HOŞDA BEN KORKUDAN BIYIĞIMI ÇIKARMAYI UNUTMUŞUM.

SİZ HESABEDİN ARTIK, O GECE YEDİĞİMİZ PAPARAYI VE ZILGITI.

SAİM AMCA, BİZİ GÖRÜNCE YÜZÜNDE BİR RAHATLAMA İFADESİYLE DÖNDÜ GİTTİ. AMA GERİYE KALAN KADINLARIN SESİ BİRBİRİNE KARIŞTI. ANNEMİN SÖZLERİ İSE TAM BİR TRAJİ-KOMEDİYDİ.

----KAÇTINIZ SANDIK… TÜM MAHALLEDE YOKSUNUZ… BU NAĞLATLARIN DÖRDÜ BİRDEN KAÇMADIYA…BİLİYORDUM BUNLARIN BİR FİLİM ÇEVİRDİĞİNİ…..

BU KONUŞMALAR (AZARLANMAMIZ) DEVAM EDERKEN BİZ DÖRDÜMÜZ TEKRAR CEYSINLA CEBELLEŞTİĞİMİZ O KARANLIK SOKAĞA DÖNDÜK VE YERDEKİ HER KARALTIYA BABAMIN ŞAPKASI DİYE ELLEYEREK ARANDIK. BULDUK BULMAYA ŞAPKAYI AMA; GENÇLERİ DİNLEME MERAKIMIZ HERNEVİ AT-İNEK-EŞEK DIŞKISINA DOKUNARAK NOKTALANDI.

AMA ASLA PES ETMEDİK. DAHA NE ÇOK PLANLAR YAPTIK BİZ O KÖYDE. ANLATMAYLA BİTMEZ DENECEK KADAR ÇOK. MEĞER NE KADAR ÖZGÜRMÜŞÜZ BİZ ŞEŞENJANBOTEY’DE.

 TEWUNE ARZU YEŞİLYURT10 ocak 2007/ ANKARA

Arzu Yadigar (Yeşilyurt) - İlyas Emmi;

 

                    İlyas Emmi deyince, hepinizin içinde bir şeyler canlanmıştır. En azından bir çoğunuzun. Belki de köyümün, benden sonraki kuşağı tanımaz onu. Ama şimdi öyle bir anlatacağım ki İlyas Emmi’yi onlarda tanıyacak. Tanısınlar, tanısınlar ki ; bu köyde sadece köylünün değil, gelip geçen insanların da ne kadar özel olduğunu öğrensinler.

 

                  İlyas Emmi, yaz-kış, yağmur- çamur demeden gelirdi bizim köye. Eşekleri, kah önünde kah yanında. Eğer iyi durumda ise, dört eşeği, değilse iki eşeği olurdu. Kendi sesinden önce, eşeklerinin sesi girerdi köye. Hepimiz heyecanla kapımızda beklerdik onu ve heybeli eşeklerini. Sıra sıra , yavaş yavaş her bir kapıya uğrar, her birimizin halini hatrını sorar, belki 1-2 mintogs, 1-2 torsil, 3-5 somruk şeker satardı. Her zaman üzgün bir yüz ifadesi olurdu. Ha ağladı ha ağlayacak. İnsanın içini acıtanlardandı. Heybeden, bir kilo şeker tartıp verişi dahi , dakikalarca süren bir matem merasimi gibiydi.

 

                  Köye geliş zamanı yaklaştığında, Memetbey’in bahçesine gider, tellere takılan koyun yünlerini toplardım. İşte o yünler benim banknotlarımdı.

 

                 Ha geldi, ha geliyor derken, aha duyuldu İlyas Emmi’nin sesi.

 

---Ra..hat looo..kummmmm va..ğa…ğa…ğarrrrrrrrrrrrrr

 

---Şe..kerrrr su..cug va..ğa..ğa...ğarrrrrrrrrrrr

 

---Min..togs va…ğa..ğarrrrrrrrrrr

 

--- Ge..çi boy..nuzi v ağa..ğa..ğarrrrr.

 

                  İlyas Emmi, bu nidalarla gelmişti kapımıza. Önce annemle selamlaşmış, hal - hatır sormuşlardı birbirlerine.

 

                 Hatırladığım kadarıyla, nadiren bir bardak ayran yada bir çay içerdi. Tutamazdı ki bardağı, eli titrer, ya döker yada dökeceğim diye mahcup olurdu. Belki bu mahcubiyetindendi ikramları çevirişi. İşi bitmişse, gözü, ya heybesinde ya da yanyana durmayan eşeklerinde olurdu. Elinde kocaman sopası, bir sağa bir sola. Onu, şu an bile anarken içim sızlıyor. O zamanlar da içim sızlardı haline.  

 

               Bir gün, ayak üstü hikayesini anlatmıştı. Kardeşini gözü önünde vurmuşlar. O gün bu gündür elleri titrer, kekeleyerek konuşurmuş. Zaten onun bu durumunu çoğunuz biliyorsunuz.

 

              Annem alacağını almıştı. Yalnız annem mi, komşu kadınlarda. Sıra bana geldi. Yünlerimi hazırladım, durdum yanına.

 

--- İlyas Emmi, buna(yünü gösterip) ne kadar somruk şeker?

 

              Ne umutla sordum bu soruyu bilemezsiniz. Ama İlyas Emmi’nin elinde ki üç adet şekeri görünce yıkıldım, eridim, bittim. Heybeden şekeri çıkarışı dakikalar sürünce sanmıştım ki hepsini verecek. Bir hışımla geri çektim yünümü.

 

--- Yok yok olmaz..Dedim

 

                Haftalarca beklemişim, yün toplamışım, üç tane somrukla yetinirmiyim? Ne yapsam ne etsem dedimse de, çaresiz elimde yünümle kaldım. Kimsenin bu durumu önemsediği yoktu anlaşılan. Öyle ki, kadınlar, İlyas Emmi’ye de bir çay vermişler, iki lafın belini büküyorlardı. Zaten bizim köyde adettir. Kadınlar, ya sabah ineklerini sığır sürüsüne katarken ya da bir çerçinin başında beklerken laflaşırlar. Köydeki en mühim haberler, işte bu gibi toplantılarda duyulurdu. Ben şeker şoku yaşarken bizim kadınlar işte böyle bir fırsatı değerlendiriyorlardı. Bana da eşeklere mukayet olma görevi verilmişti. Hıncım hala sürüyordu İlyas Emmi’ye. Hem yünüme sadece üç şeker versin, hem de dört eşeğe çobanlık yapayım. Elimde sopa, eşeklerin başındayım. Nasıl oldu , nasıl düşündüm de yaptım bilmiyorum ama o an, tel yada çivi arası bir cismi eşeklerden birinin kuyruğunu kaldırıp zavallı hayvanın yumuşak etine batırdım. Aman yarabbim, zavallı hayvancağız can havliyle nasıl zıplıyor. Sırtındaki heybe , ne var ne yok hepsi yerde. Kadınlar bağırıyor , İlyas Emmi vay- vay sesleriyle eşekleri sakinleştirmeye, bir taraftan da, dökülenleri toplamaya çalışıyor. Tabi bende yardım ediyorum, toplama işine. Kadınlar bir taraftan , ben bir taraftan, İlyas Emmi bir taraftan. Ne söylendi ne söylendi eşeğine. Sonrada sakinleştirdi, heybesini yükledi, toplayabildiği malzemeleri yükledi. En son benim elimdekilere sıra geldi. Zar-zor uzattım elimi ona doğru, galiba oda bunu fark etti ki o anki sinirine rağmen

 

---Onlarda, senin çoban hakkın olsun.. dedi.

 

                  Vayhh vayhhh, olan zavallı eşeğe olmuştu. Bir eşek yüzünden çektiğim vicdan azabı işte bu sebeptendir.

 

                   Sonraki zamanlarda da bir çok kereler geldi İlyas Emmi köyümüze. Ama her defasında yüzüne bile bakamadım. Bir vakit sonra, gelmez- gitmez olunca öğrendim ki ölmüş. Anlıyorum ki, köyümde yaşamıyor olmasına rağmen, hayatımda büyük yer etmişti.

 

                    İlyas Emmi’yle son bulmadı tabi bizim köyün çerçileri. Zamana bağlı, bizim çerçilerde değişti. İlyas Emmi, eşekle getirirdi öteberisini, Abbas Emmi faytonla. Bu arada, Abbas Emmi, aynı zamanda İlyas Emmi’nin kaynıydı.

 

                İlyas Emmi zamanında çocuktum, bir de vicdan meselemiz vardı onunla aramda. Ama Abbas Emmi’yle öyle miydi. Onunla yeni bir dönem başladı, çerçi kültürümde. Tek atının çektiği faytonuyla gelirdi köye. Çeçen Mahmut Amca’nın evinin yanından aşağı mahalleye. Ama onun tarzı biraz daha farklıydı. İlyas Emmi gibi öyle kapı kapı gezmez, her bir mahallede belirlediği stratejik noktalarda dururdu. O noktalardan biride Şorten-Merşen-Şık’ların evleri arasındaki çeşmenin önü, yani Şorten Ganen Amca’nın bahçe duvarının yanıydı.( Bu çeşmeye ben ziyaret yeri diyorum. Sebebini bir ara yazarım.)

 

                    Yine çeşmenin önüne koğuşlandığı bir gün, koştura koştura gittim yanına. Baktım, mahallenin kadınları benden önce yetişmiş. Alacaklarının derdine düşmüşler. Benim derdim alacak-verecek değil. Abbas Emmi’nin faytonuyla dolaşmak.

 

---A bbas Emmi, annemin alacakları varda seni bizim kapıya çağırıyor.

 

                  Bunları söylerken de faytonun arka tarafına, çekirdek torbasının yanına yerleştim. Abbas Emmi de yerleşti yerine, bizim kapıya doğru ilerliyoruz. Bir taraftan da elime ne geçerse yiyorum. Ayaklarım faytondan aşağı sallanıyor, çok mutluyum.

 

                 Mahalle kapımızın girişinde durduk. Abbas Emmi, bahçede, elinde minder kılıfı dikmeye çalışan anneme seslendi.

 

--- Bibi, Karaboğaz’ daki kızının selamı var.

 

Annem, memnuniyetini ifade ederek gülümsedi, kalktı ve bize doğru gelmeye başladı.

 

---- Hoş geldin Abbas. Sağolasın.

 

Sonra bana bakarak;

 

---Bu deli seni gene mi buldu.. Dedi.

 

                   O vakte kadar ben, 2-3 topitopu yalayıp bırakmış, çekirdeklere girişmiştim. Anacağızımla Abbas Emmi epey bir pazarlıkla birkaç öteberi alış-verişi yaptılar. Bu pazarlıkta ben hep, Abbas Emmi’yi desteklerdim

---Yok yok . Bir kuruş aşşa olmaz.

 

Annemin ters ters bakışları altında;

 

--Sür Abbas Emmi.. Dedim

                  Köprünün önündeki geniş alandan dönüp, geldiğimiz yoldan ilerlemeye başladık. İkimizde aynı konumdaydık. O faytonun önünde, ben arkada. Ziyaret çeşmesine geldiğimizde az önceki manzaranın aynen orda olduğunu gördük. Mahallenin kadınları, ellerinde aldıkları eşyalarla konuşmalarına devam ediyorlardı. Bizi görünce,

 

----İyi iş bulmuşsun.. dediler.

 

Bende, işimin gereğini yapmak için asıldım çerçi nidalarına. (Ruhun şad olsun İlyas Emmi).

 

---Ra..hat lo..kummmmm va..ğa…ğa…ğarrrrrrrrrrrrrr

 

---Şe..kerrrr su..cug va..ğa..ğa...ğarrrrrrrrrrrr

 

---Min..togs va…ğa..ğarrrrrrrrrrr

 

--- Ge..çi boy..nuzi v ağa..ğa..ğarrrrr.

 

                     Fayton, çeşmenin önünden sola, camiye doğru döndü. Benim hala faytondan inmediğimi gören Aysel abla;

 

--- Gur’an Hak uçun ayıptır, in aşşaya.. Dedi.

Omuz silktim.

 

              Salih amcanın evinin önünden ilerledik ve ben ineceğim yerde seslendim, faytondan atladım. Cebimde de ganimetlerimle.

                     Ağzım kulaklarımda geri dönerken, Abbas emmi cebinden çıkardığı gazete kağıdına, huni şeklinde sarılmış somruk şekerleri bana uzattı.

---Bak hele.. Unutuyordum. Bunu Karagözden, bilmem kimin oğlu verdiydi.

 

Seni soruyormuş, öyle dedi.

 

---Allahhalahhhh, Abbas Emmi, ben olduğumu nerden biliyon.

 

--- Amannn ocan yanmıya. Köprünün yanında başka kimin evi var.

 

Hımm, şeker doğru adrese gelmişti. Ama, bende yüzsüzlüğün biri bin para, üsteliyorum.

 

--- Yaww Abbas Emmi, niye adını sormadın?. Ufff uffff.. meraktan öleceğim, kimdi, nasıldı?

 

                 Elimde şeker kesesi, arkasından baka kaldım. O hala;

 

---Ocan yanmıya emi, millet akıllanıyor, bu gettikçe delenleniyor. Diyordu.

 

                   Ben o yaz, üniversite ikinci sınıfta ve bir mühendis adayıydım. Yıllar sonra, okul bitti, güzel bir tesadüfle, Çevikler Mermer’de işe başladım ve Pınarbaşı’ndaki mermer fabrikasında 2 ay çalışmak üzere görevlendirildim.

 

                     2001 yılının nisan ayı. Sabah 8 sularında, lise yolunda oturan ablamın evinin kapısında, şirket arabasını bekliyorum.

 

                   Hiç tarzım olmamasına rağmen sanırım ilk iş heyecanından olmalı, üzerimde siyah bir takım elbise, elimde evrak çantası, öğretmen-avukat arası bir görünüme sahip olarak beklemekteyim. Bu durumdan da hiç hoşnut olmadan, rahatsız bir ifadeyle yoldan geçenlere bakıyorum, onlar da bana bakıyor. Bir de ne göreyim. Abbas Emmi. Yıllar önce, onu en son gördüğüm cami meydanındaki halinden, biraz daha küçülmüş, biraz daha omuzu sağa yatmış, beli eğilmiş ama yine aynı faytonuyla karşımdaydı.

 

---Abbas Emmi!. Abbas Emmi!.

 

                   Beni görmeyeli, belki 3-4 sene olmasına rağmen, tanıdı. Koştum sarıldım ona. Belki, şu son yazacaklarım size abartılmış gelebilir ama inanın her bir kelimesi, belki yetersiz kalabilir ama asla abartılmamıştır. Sizler de, benim yerimde olsanız, aynısını yapardınız.

 

Ona dedimki;

 

---Abbas Emmi, beni liseye kadar bıraksana.

 

                 Güldü, memun oldu. Atladım faytonun arkasına, ayaklarımı sallaya sallaya, liseye kadar gittim. Zaten, şirketin arabası da, orada rastladı bize. faytondan indim, döndüm, Abbas Emmi’yle helalleştim. Onu en son gördüğüm yer orasıdır. Ben arabaya giderken, arkamdan şöyle diyordu;

 

---Öğretmen gibi olmuşsun ama, aynısın aynı.

Arzu Yadigar - Mahallede Paket Var

 

MAHALLEDE PAKET VAR

     Erkek kılığına girip de, annem tarafından aforoz edildiğimiz yazdı. Tekrar, eski özgürlüğümüze kavuşmak için elimizden geleni, en kısa sürede yapacaktık. Bu uğurda ne sözler vermiştik, vermiştik diyorum, benimle birlikte canımın içi, Ayfer de. Bir daha asla genç bir kıza yakışmayacak davranışlarda bulunmayacak, akıllı-uslu, hanım hanımcık olacak, hatta elişi dahi yapacaktık.

Bir an önce annemin sakinleşmesi için çalışmalara başlamalıydım.

Garagız Ablamdan (Naime Yeşilyurt) tığ denilen o lanet aleti ve dokunmaktan dahi illet olduğum ince ipliği aldım. Bilmem kaç numara. Bundan yıllar öncede, buna benzer girişimlerim olmuştu ama hiç bu kadar ince bir işle uğraşmamıştım. Maksat annemin gözüne girmek değimli ne olsa yapacağım.

Özlem’in başlayıp da, yıllarca bitiremediği, bir salon takımının modelini yapmamı istediler. Hatta bunun için tüm mahallenin gelinleri, seferber oldu. ( ahhhh ahh…köyün gençlerini dinlemek bana nelere mal oldu.)

Şu, kaba - saba ellerimde, o incecik tığ ve iplik ne kadar da iğreti duruyordu. Ama buna kimsenin aldırdığı yoktu. Orasından batır, burasından çıkar, zincir çek, iki al, bir bırak derken en sonunda bende dantel yapan biri olmuştum.

Bizim köyde, özellikle köyün kadınları arasında makbuldür bu özellikler. Hafife almamak lazım. Ağzınızla kuş tutsanız da; eğer evin toprak dabanını (zemin) su ile sıvamıyorsanız, elinizde dantel poşetiyle gezmiyorsanız, nafile. Bunların yanında; tüm köylüden erken kalkıp, soba yakmak, ekmek pişirmek, kapılarından geçen bir büyüğe zorla çay ikram etmek, o kızın şanına şan katardı. En azından bizim köyün kadınlarının gözünde.

Benim neyim eksikti peki, bunları yapmaktan.

İşe en zor olan dantelle başladım. Taktım sol bileğime bir poşet, yerleştirdim içine iplik yumağını, başladım salon takımının 12 parçasından ilkini yapmaya. Ama öyle kıyıda köşede değil, ya bahçemizde yada köprünün üzerinde. Uyanık olmak lazım diye düşünüyordum. Ben, evin içinde dantel yapmışım, kim nereden bilsin. Taktığım gibi dantel poşetini koluma yürüyordum köprüye. Bir zincir çekiyorum, bir etrafa bakıyorum, nasıl olsa birileri görecek ki, köprü bunun için ideal yerdi. Yukarıda (köyün doğusuna verdiğimiz isim) tarlası olan her gencin, babası yada annesi, illaki bu köprüden geçecekti. Geçerlerken de, beni, elimde dantel poşetiyle görmemeleri mümkün değildi.

Meselenin büyüğünü, bu şekilde halletmiştim. Belki haftalarca aynı parçayı, köprü-harman-çatalçeşme dolaşarak tamamladımsa da, bu durum annemi memnun etmeye yetmişti. Sırada ekmek pişirmek, soba yakmak, ev temizlemek vardı. Ev temizlemek zor bir iş değildi benim için, zaten her sabah kavga gürültü de olsa yaptığım bir şeydi. Ama bu kez durum farklıydı. Elime aldığımda o sarı ot süpürgeyi bırakın evi, köprüye doğru tüm yolu süpürür olmuştum. Soba da yakmasına yakıyordum da, şu ekmek pişirme meselesi, ağzımla kuş tutma hikayesinden daha zor geliyordu bana. Hamur bile yoğurmamış biri için, kolay mı ekmek pişirmek. Düşününce onunda buldum çaresini. Ayfer’ e pişirtip, ben pişirdim diye tüm mahalleye dağıttım. Kimse inanmadı. Olmadı, bir de kek tarifi aldım, Garagız ablamdan. Hemen pişirdim kekimi, yanınada demledim bir çay ve çağırdım mahalledekileri. O günden sonra yaptığım kekin adı “Arzunun İşkencesi” adıyla anıldı. Bu adı tescilletmek farz oldu bana. Çünkü, hala Aslan abi ( Aslan Yeşilyurt) beni gördükçe;

--- Neydi o gız, bize yaptığın işkence . diyor.

Mükemmel olmasam da, mükemmele yakın olayım diye, ekmek pişirme sevdamdan vazgeçtim. Ben de, yapabildiğim şeyleri, ya bahçemizde yada , dağda – bayırda yaparak dolaştım, herkes görsün diye. Benim için hiç de kolay geçmeyen haftalardı bunlar, ama annem yine eski annem olmuştu. Yani artık özgürdüm!!!!!

Zor geçen onca günden sonra, “serbest parti” olarak köyde gezmeye başladık.

Sabah, evdeki mesaimizi tamamlayıp, ya Özlem’ lerin evde bize ayrılan odada, yada Serap’larda Emmi’ nin( canım emmim Mevlüt Karabulut) bizim için yaptığı odada otururduk. Ben, özellikle bu odada çok mutlu hissederdim kendimi. Bir zamanlar köyümüzün tükeni (bakkal)olan bu oda, daha sonra Emmi tarafından bize tahsis edilmişti ve sadece dördümüz ( Serap-Ayfer-Özlem ve ben) girebiliyorduk. Reyyan dahi, ancak bize çay servisi yapacağı zaman, kapıdan kafasını uzatabilirdi. Hemen bağırırdık;

--- çık çık.

--- aman ka’a, çokda meraklınız değilim, der ve söylene söylene giderdi.

Akşam saatlerine doğru, ilkindi vakti (ikindi) ancak bulunduğumuz odamızdan çıkar, köprüye doğru yürür ve ayaklarımızı salındırarak köprünün kenarında otururduk. Bu zaman zarfında, gece neler yapabileceğimizin kararını alırdık. Bir sonraki uğrak yerimiz ise, mezarlığın yanındaki sırttı. Yani, festival alanına bakan dağ. Her akşam oraya tırmanır ve elimizdeki dürbünle köyü dikizlerdik. Amaç, uçan kuştan dahi haberdar olmaktı. Dağdan aşağı iner, yukarı bahçelerden biraz elma çalar, sonra tekrar evlerimize dönerdik. Bu bizim günümüzün yarısıydı. Diğer yarısı ise, akşam yemeklerinden sonra başlardı. Hızlıca yemekler yenilir ve yine mekanlarımızdan biri tercih edilirdi. Şayet o gece için bir plan yoksa, saat 24-01 sularında Şıg İsmet Amcanın bahçesine girer ve elma çalardık. Bu eylem bizim için artık, boş zamanları doldurma şekline dönüşmüştü. Böyle geçen gecenin sabahında, İsmet Amca, ya kırılan dalları toplar, yada bahçe duvarından düşürdüğümüz taşları yerine koyardı. Eeee.. kolay mı, dört kocaman kızın çıktığı elma ağacı ne yapsın. Aslında, gayet iyi bilirdi bizim olduğumuzu ve ses çıkarmaz, arada bir takılırdı.

En son vukuatımızın üzerinden, neredeyse bir ay geçmişti. Çok sıkılıyorduk. Günlerimiz sıradanlaşmıştı. Köyde geçirdiğimiz vakitleri asla böyle harcayamazdık. Çünkü o vakit bize, Allah’ın bir niğmetiydi. Kaç kişinin bu kadar güzel ve anlayışlı bir köyü ve köylüsü vardı ki?. Biz çok şanslı kızlardık.

Vakit kaybetmeden toplandık, wınafe (karar alma) için.

---Camiinin duvarına, bomba süsü vererek, bir paket bırakalım. İçine de çalar saat koyalım. Sonrada Pınarbaşı Jandarmaya haber verelim.

---Yokkk daha neler. Nasıl haber vereceğiz jandarmaya. Saile teyze(Saile Yılmaz) anlar durumu.

O vakitlerde, köyde sadece Saile teyzelerde telefon vardı. Kimin telefon işi varsa ona gider ve ücretli görüşmesini yapardı. Dolayısıyla ortaya koyduğumuz bu fikir baştan çürümüştü.

Öyle yapalım, böyle edelim derken, kafamıza yattı bir tanesi. Hedefimiz yine köyün gençleri, amacımız onları çıldırtmak. O günün akşamında, toplandık bizim evde , köşe odada. Abim ortalarda yok, annemde uyku öncesi hazırlıkta. O uyuyana kadar, biz boş vaktimizi değerlendireceğiz. Elbetteki, yan komşumuz olan Şıg İsmet amcanın bahçesinde. Nitekim, gözümüz kapalı bile yerini bulduğumuz , mayhoş elma ağacının, ulaşabildiğimiz tüm elmalarını ceplerimize doldurduk. Ve, tekrar bizim evin avlusuna geldik. Çünkü gece için hazırlık yapmamız gerekiyordu. Bulduğumuz bir gazete kağıdına, kuru inek dışkılarını koyduk ve bir güzel paketledik. Hediye paketimiz hazırdı ama bunu öyle güzel bir yere koymalıydık ki hem gençler görmeli hem de biz onları görmeliydik. 

Saat 23:00 civarı, özenle hazırladığımız paketi, sessizce, köprüye inen yol üzerindeki sokak lambasının altına koyduk ve aynı sokağa bakan ahırımızın damına çıktık. Yüzü koyun olarak ve sokağı görecek şekilde yatıyorduk. Bir taraftan da, aşırdığımız mayhoş elmaları yiyoruz.

Serap;

--- Arzu !! biraz yavaş ısır şu elmaya, paketten önce bizi görecekler.

Ben;

--- yatarken elma yemek hiç de kolay olmuyor, n’apabilirim?

Özlem;

--- UFF..kesin sesinizi. Birileri çeşmeden taraf iniyor. Susun.. Elma kaçmıyor sonra yersiniz.

İşte başlıyor eğlence. İnşallah gençlerdir. Zaten kim olur ki bu saatte onlardan başka. Adetleriydi bizim köyün gençlerinin, gece geç saatlere kadar köprüyü tavaf etmek. Çeşmeden aşağı inen kişilerin sesleri, iyice yaklaştı. Görüş menzilimize girdiler. O da ne?

Ben;

--- olamaz olamazzz!!! Memet ağabiyle Müslüm abi bunlar. Allahım n’olur görmesinler, n’olur n’olur. ( Çeçen Mehmet Aydın – Çeçen Müslüm Yaldız.)

Özlem;

--- Arzu sus!... Rezil olacağız şimdi.

Biz böyle kavga ederken, Müslüm abi, paketi fark etti ve çok ilginçtir, içinde ne olduğunu anlamış gibi tekmeyle vurdu. Geçti gitti. Hayal kırıklığı içinde, damdan aşağı inmeye çalışırken, annem neden uyandı bilmem, evin dış lambasını yaktı. Asıl telaşımız o zaman başladı. Çünkü, bizim ahırın damı, evimizin hizasının altındaydı ve dolayısıyla lamba bizi kabak gibi ortaya çıkarıyordu. 

Özlem;

--- yatın yatın!.. sakın kafanızı kaldırmayın.

Serap;

--- Allah cezanızı vermesin. Sizin aklınıza uyup ta buraya çıktım. Nasıl ineceğiz buradan hı?

Ayfer;

--- weyyy… mı sışekir sıt? ( nedir bu çektiğim). 

Benim tek kelime edecek halim kalmamıştı. Ağzımda, mayhoş elmadan kocaman bir ısırık, ve bacaklarım damdaki kuru otlardan sıyrılmış halde yatıyordum. Annem dış kapıyı açıp bize bakındı, doğal olarak oturduğumuz odanın lambasını kapalı görünce seslendi.

--- Arzuuu?.... Dene mı ğağer? ( nerde bu deli)

Sanırım Allah, Ayfer’le Serap’ ın duasını kabul etti de, annem yine komşuları başımıza toplamadan, içeri girip yattı. Ama dış lamba hala açıktı.

Damda yattığımız yerden sürünerek, Saim amcanın ahırına doğru ilerledik. Çünkü, o kesimde ışık daha loştu ve dama kadar yükselen bir ot hayması vardı. Önce Özlem, sonra ben, kayarak bıraktık kendimizi aşağıya. Ama, Serap’ la Ayfer’i, bu konuda ikna etmemiz hiçte kolay olmadı. Ayfer neredeyse korkudan ağlayacaktı, Serap ta sinirden.

Hala umudumuzu kaybetmemiştik. Hazırladığımız bu hediye, yerine ulaşacaktı. Gidip dağılan paketimizi yeniden topladım. Sonra gazetenin içine, kuru değil hal-ı hazırda ıslak olan inek dışkısını bir güzel yerleştirdim. ( bunu nasıl yaptığımı asla sormayın) Ama bu kez, esaslı bir paket yapmıştım. Görüp te merak etmemek mümkün değildi. Kocaman da bir kurdela taktım. Yine aynı yere, aynı sokak lambasının altına yerleştirdim. Bizde, ‘Kötü Mutfak’ diye adlandırdığımız haşbaga girdik. Çünkü, haşbagın ğönesinden ( kilerin küçük penceresinden) olanları izlemek kolay olacak.

Gecenin ilerleyen saatleri ve o saatlerde, gençlerden başka kimse geçmez umuduyla bekliyoruz. Dedim ya, umudumuzu yitirmedik diye. Duvara dayalı vaziyette duran ane’ yi (sofra), pencerenin önüne çekip, üzerine çıktım ki olanları daha rahat seyredeyim diye. Tam o sırada, yine çeşme yönünden sesler duyuldu. Aman yarabbim bu kadarda talihsizlik mi olur!. Mahallede hatrı sayılır bir ablamız ve kardeşi, gece koşusuna çıkmışlar. Anlaşılan yine pıshalıveyi ( bu yemeğin bence Türkçe karşılığı yok) fazla kaçırmışlar. Panik içinde dua ediyoruz, paketi görmesinler diye ama çoook geç artık.

--- aaaaa abla burada bir şey var, bir hediye paketi.

---Allahallahhh kim düşürdü acaba. Açıp baksak mı?.

--- Bak istersen abla.

Gazetenin yırtılma sesi ve;

--- Yumuşak bir şey, kına galiba. Ayyyyyyyy mal pokuymuşş!!!!!!

Ve, paketimizi büyük bir hiddetle yere attı. Olayın trajik sonunu görmek için, dördümüz birden ane’ nin üzerine çıkınca, yere kapaklanmamız bir oldu. Tabi dışarıdaki bu nahoş çığlıklara, malum kişiler yine sokağa fırladı. Annem, Saim amca, İkpal yenge. Sebep olduğumuz bu tatsız olaylar nedeniyle, dışarıdaki konuşma ve kızgınlıklar son buluna dek haşbagın içinde kaldık. Galiba, ilk kez bu kadar utanç içindeydik . Ortalık sakinleşince, her şeyden habersiz gibi annemin yanına gittik. Bizi görür görmez;

--- sizsiniz bunu yapan şeydanlar, sizden başka kimsenin aklına gelmez bu.

Ayfer;

--- ğamra tha Anaaa ( inanki değil anne)

ben;

--- kesin biz alalım diye X koymuştur.( elbetteki bu X in adını yazmayacağım)

Son dediklerim, anneme mantıklı gelmediyse de, gençlerin bize şaka yapmak istemelerini normal karşılıyordu. Ama hala;

--- paketi tahlile gönderelim, o zaman kimin ineğiyse çıkar ortaya, diyordu.

Ayfer;

--- ğapşığö wewame Ana.( o zaman yandın anne).

Ertesi sabahta aynı konu devam etti. Sabah çayını dahi içmeden, Annem, Gulase teyze, İkpal yenge konuşmaya başlamışlardı. Usulca yanlarına sokulup, onları , bu işi yapanın X olduğu konusunda ikna edip, bir an önce konuyu kapatmalarını rica ettim. Olayın bu boyutlara gelmesini hesaplayamadığımız için bir an önce kapanmasını istiyorduk.

Günün ilerleyen vakitlerinde, annem bahçede her zamanki yerinde, bize sesleniyor,

--- zı şey tevğuve ( bir çay koyun).

Ayfer çayın derdinde, benimse aklımda, sokakta savrulmuş bekleyen pakette.

--- Bir şey söyliyeceğim, bir gelsene.

İşte korktuğum şey başıma geldi. Mahalle kapımızın yanında, bana sesleniyordu X adlı arkadaşım. Ben, bir anneme baktım, bir Ayfer’e, sonra mahcup bir şekilde ona doğru ilerledim. Yüzünden zaten anlaşılıyordu bana ne diyeceği. Ama suçlu olduğum ayan beyan ortadaydı.

--- Bir yapmadığın bu kalmıştı. Sırada ne var, çok merak ediyorum Arzu. Böyle şeyler neden hep senin başının altından çıkıyor?. dedi ve konuşması bitmeden malum paketi üzerime atıp gitti. Bereket ki reflexlerim iyi çalışıyordu da son anda kurtuldum çarpmasından.

Annem;

--- ohhhhhh ellerine sağlık evladım, ne iyi yaptın. Deyip X’ e destek verdi.

Anlayacağınız, ne zaman köyün gençlerine bulaşsam, elim boka batıyordu. Söz artık çok uslu bir kız olcam.

Erdal ASLAN - Boranda Futbol Maçı

 

     Ben 17-18 yaşlarındaydım.Bir bayram günüydü,Aşağı Karagöz'de teyzemlerdeydim.Teyze oğlu Ruşen'e haydi bizim köye gidelim diye direttim.Biraz naz yaptıktan sonra yola düştük.Sırttan aşarak yaya olarak bizim köye geldik.

 

     Mezarlıktan aşağı inerken harmanlıkta bir minibüs ve etrafında gençler gördük.Yanlarına geldiğimizde öğrendik ki Yukarı Höyük köyünden Çeçen gençler gelmiş köyümüz gençleri ile maç yapacaklar.Bu arada 25-30 yaşlarında bir genç köyümüzün teknik direktörlüğünü yapıyor.Oynayacak gençleri tespit edip onlara mevkilerini söylüyor.

 

     Nihayet maç başladı.Rakip gençlerle kıran kırana bir maç oluyordu.Biz yenik duruma düştük.Ama teknik direktörümüz kenarda Barcelona ile kupa finali oynuyormuş gibi kaptırmış.İçeri bağırarak komutlar veriyor.Bazen sinirleniyor.Oynamak aklımda yokken Mehmet Taşkıran abimin tavsiyesi ile Teknik Direktör genç beni oyuna aldı.İki dakika oldu olmadı,top ayağıma geldi.Bir çalım atıp yanımdakini geçtim.O sırada olan oldu yanımda koşan gencin sert bir dirsek temasıyla ben su kanalına yuvarlandım.Elim yüzüm toz içerisinde kanaldan çıkıp maça girecektim ki teknik direktör hızını alamamış,kazağını çıkarıp benim yerime kendi oyuna girmişti.

 

     Tabi bu duruma sinirlenmiştim.Çünkü daha iki dakika olmuştu oyuna gireli , yanımda duran benim yaşlardaki gence , teknik direktörü göstererek sordum.

 

- Kim bu ya?

 

- " Haaa!..O mu? Bizim köyün imamı " dedi.

 

Erdal ASLAN - Hayal Meyal Borandere

     Henüz ben Dünya’ya gelmeden 1963 yılında ortanca ağabeyim Erdoğan doğunca babam köyden ayrılmayı koymuş kafasına,almış iki çocuğunu ve eşini Kayseri yollarına düşmüş.Arkadaşları ve sevdikleri dur gitme koca şehirde perişan olursunuz, dedilerse de “Usandım 1 yıl verip 5 yıl alan bu kıraç topraklardan en azından çocuklarım okur” diye cevap vermiş onlara.Pınarbaşı’nın çok uzak kabul edildiği o yıllarda nur içerisinde yatsınlar rahmetlik babaannemi ,Güldane halamı ve Allah başımızdan eksik etmesin Saim amcamı köyde bırakarak Kayseri’ye taşınmış.O yıllarda koca Kayseri’de sadece 4-5 aile Çerkes varmış.Kayseri’nin yerli halkı çok da sıcak değilmiş köyden gelen bu insanlara karşı,bu yüzden babam Talas’a yerleşmiş.

     Ben 1966 yılında Talas Harman mahallesinde doğdum.Bir kaç yıl sonra babamın burada ortak açtığı fırın iflas edince şehir merkezinde yeni bir fırın açtı, bizde böylece şehir merkezine yerleşmiş olduk.Kayseri merkezde pek çok kiralık ev değiştirdik,pek çok arkadaşım oldu.Ama en sevdiğim anılarım köyden akraba kızların annemle halı dokumak için Kayseri’ye geldikleri günler olmuştur.Kulakları çınlasın Perihan abla ( Perihan Taşkıran şimdi İstanbul’da ) benle çok uğraşırdı.Hele Miyasa abla (Ahmet Yeşilyurt’un eşi o yıllarda evli değildi.) beni çok kızdırırdı.Bunlar gündüz halı dokurken bana yalvarırlar,gidip sinemalarda oynayan filmleri öğrenirsen Dursun abiye ( babam) yalvarır senide götürürüz derlerdi.Onlara inanır gidip filmleri öğrenirdim.

     İşte başlardım saymaya yazlık Şahin sinemasında Cüneyt Arkın,Türkan Şoray Taş sinemasında Ediz Hun,Hülya Koçyiğit vb…bunlar bir filmde anlaşırlar.Akşam olunca tabi babam onları kırmaz.Ama bana gitmeyeceğiz diye rol keserler,ben uyuyunca rahmetlik anneanneme bırakıp cümbür cemaat sinemaya giderler.Tabi bunu ben ertesi sabah Özdemir ve Erdoğan ağabeylerimden duyunca kopartırdım yaygarayı.Sonraları bizim mahalle mini bir Borandere olmuştu.Önce babaannemler gelip bize yerleşti.Sonra aynı sokağa Rahmetlik Paşa amca ( Tahsin Aslan) ,Hamdi Çetin kaya ( Şimdi Perihan Taşkıran’la evli İstanbul’da ),Mehmet Taşkıran ağabeyim, Sevgili dayımVehbi Uzun ,Şevket Yıldırım yerleştiler.Birde bize uzak bir mahalleye yerleşip sık,sık bize gelen toprağı bol olsun Üzeyir Dinçaslan amcanın babacan tavırları ile köyümün ve köylümün insanın içine işleyen o sıcaklığını hissettim.

     Köylülerimiz her akşam bir yerde oturup sohbet ederlerken biz çocuklar yer minderine oturur,onların köy maceralarını dinlerken gözlerindeki o köy sevgisinin ışıltılarını yüreğimizde hissederdik.Borandereli olmanın verdiği gururla büyüklerimin yüzlerine bakarken.Köyle ilk tanışmam sanırım İlk okula başladığım yıl oldu.Babamla köye gitmek için köy otobüslerinin kalktığı garaja gittik.( O dönemlerde köy otobüsleri Hunatın karşısından kalkıyordu) Otobüsler malüm o dönemlerde çok eskiydi.İlk yarım saat sonra benim midem ağzımdan gelecek gibi oldu.Naylon torba verdiler,afedersiniz Pınarbaşı’na gidene kadar yer yer çıkararak gitmiştim.O eski hurda otobüsten gelen mazot kokusu kafamda nasıl yer etmişse gençlik yıllarıma kadar her otobüs yolculuğunda o kadar olmasa da beni etkilemiştir.Sonra Pınarbaşı’ın dan doğu otobüslerinden birine binerek sırtta indik.Babam “ İşte oğlum aşağıdaki köy senin köyün Aşağı Borandere”dediğinde tepeden aşağıya doğru köyümü bir süre sevgiliye kavuşma öncesi hayranlıkla seyrettim.Her şey O çocuk hayalimdeki gibiydi,belki de daha güzel gelmişti bana.Babamın ve O Dünya tatlısı tanıdığım köylülerimin anıları bu manzara ile örtüştü,sanki o anlattıkları anıları birkaç saniyede bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.

     Babamla sırttan inip köye geldiğimde yaşlısından gencine kadınından erkeğine herkes bana çok sıcak gelmişti.Köy içerisinde yürürken rastladığımız bu sevimli içten insanlar kimi eğilip öpüyorlar,kimi yanaklarımı sıkıyorlardı.Bu gün dernekte ve köydekarşılaştığım ağabeylerim ve amcalarımdı,hiç kuşkusuz onlar belki de bazıları hakkın rahmetine kavuşmuştur O tarihten sonra ama hiç birinin yüzünü net olarak hatırlamıyorum inanın bana hatırladığım sadece çok sevimli güler yüzlü insanlardı çocuk belleğimde saklı kalanlar.

     Köyde rahmetlik Emin amcamlarda kaldık.Akşam olunca Cahit ve Yılmaz’la ( Emin amcamın oğulları) ile birlikte köydeki çocuklarla kısa bir oyun faslından sonra Emin amcamın kapının önüne diktiği salatalıkları gizlice içerisinde yuvarlanarak yattığımız yerde talan ettik.Ama rahmetlik Şaziye teyzenin ( Şaziye Taşkıran)ve yine rahmetlik Şefika Teyzenin ( Şefika Yeşilyurt ) tatlılığı ve yüzleri beynime kazınmış şekilde köyden döndüm. Bu tarihten sonra köye dönem,dönem kısa gidişlerim oldu.Ama köyde gece kalışlarım bir elin parmaklarını geçmez.Bana bu köy sevgisini aşılayan başta babam ve nur içinde yatsın rahmetlik annem ve mahallemizdeki köylülerimizden Allah razı olsun diyorum.

Borandereli olmak sadece nüfus cüzdanın sağ alt köşesindeki bir satırlık yazıdan ibaret olmamalı,mühim olan o yazının içeriğini yüreğinde hissederek can çekişmekte ve yok olmaya yüz tutmuş ata topraklarına gücünün yettiği oranda sahip çıkabilmektir.Taşın altına sadece elimizi değil yüreğimizi koyabilmektir.İşte gerçek Boranlı bence budur ve bu olmalıdır.Yoksa birilerine kızdığı için köyünün ve derneğinin bu son çırpınışlarına seyirci kalmak değildir.Çünkü Boranlı olmak kimsenin tekelinde de değildir.Bana büyüklerim böyle öğretti, Allah nasip ederse çocuklarıma da ben öğreteceğim.En gerçek sevgi sevdiğine sahip çıkmaktır.Derneğin açılma sürecinde o toplantılara ben hep bu duygularla katıldım.İstedim ki çocuklarımın da yüreklerine bu köy sevgisinin tohumlarını atayım.Bu duygu ve düşüncelerle derneğime hizmet ediyorum.Yoksa kendime eğlence aramış olsaydım başka mecralara ve oluşumlara katılırdım.Köyümü ve tüm köylümü çok seviyorum.

Vedat DOĞAN - Sezai Hocam

     Dört veya beş yaşlarının kabına sığmaz zamanlarındaydım.Nerde sabah,orda akşam hesabı;evimizin yolunu karanlık basmadan bilmezdim.Hafif tombul,sanırım birazda sevimliydim. Evimizin okula ve lojmanlara komşu olması,babamla öğretmenler arasında dostluk kurulmasına sebep olurdu.Babamın en küçük oğlu olan ben de bu durumdan faydalanırdım. Özellikle Sezai AYGEN Hocamla babamın arkadaşlığı uzun geçmişe dayanır.Aralarından su sızmazdı.Grubun başka üyeleri de vardı,sanırım:Aslan İLHAN,İzzet YALDIZ,rahmetli Ezedin AKDENİZ ve rahmetli amcam Hayrettin DOĞAN.(Mekanları cennet olsun) Ev oturmalarında,köy meydanında hep yanlarındaydım.Grubun en küçük üyesi de bendim.Sert bir mizaca sahip babamın bana ses çıkarmamasında üyelerin rolü yadsınamaz.Kağıt oyunlarında sunulan ikramlarda,aslan payı benimdi.Sanırım beni yanlarında tutan nedende bu nevalelerdi.Özellikle şeker sucuğuna bayılırdım. Köy meydanında toplandıkları zamanlar eğlenceleri bendim.Birbirlerine karşı bana “Al” ettirirlerdi.Hadi şuna bir “Al” et dediklerinde; ilgili kişiyi karşıma alır, 5-6 m den koşarak ona doğru gelir,yakın bir mesafede zınk diye durur ve ellerim yumruk yapılmış,kollarım dirseklerden bükülmüş vaziyette sertçe kollarımı yukarı kaldırırdım.Arkasından gülüşmeler gırla giderdi.Tabii kim bana daha yakınsa ona nazikçe, diğerlerine alabildiğince sert yapardım.Hatırladığım kadarı ile bir babama bir de Hocama bu hareketi yapmazdım.Babamdan korkar,Sezai Hocama saygı duyardım.Bu hareketi kaç defa tekrarladığımı sormayın!!!

     O zamanlar bekar olan Hocam (2. sınıfta beni okuttu) okulun lojmanında oturuyordu.Zamanımın çoğunu okulun bahçesinde oynayarak veya Sezai Hocamın evinde geçiriyordum.İstediğim her an evi bana açıktı.Bir keresinde yatağına uzanmış bir şeyler yerken camdan birkaç öğrencisinin bana imrenerek baktığını;sahip olduğum avantajın kendilerinde de olmasını arzu ettiklerini sonradan işitmiştim. Mesleğimi seçmemde Hocamın bu tolerans ve sevgisinin olmamasının imkanı yok.Şu an Kayseri’de ikamet eden hocamı gördükçe memnun oluyorum.Yetiştirdiği binlerce öğrencisi de benimle aynı duyguları paylaşacaktır.Hâlâ sevgi ve saygımın eksilmediği,bilakis arttığı Hocamın ellerinden öpüyorum.

Vedat DOĞAN - Hürü Arı

     Dayımların küçük oğlu gibi sabah akşam onlardaydım.Rahmetli anneannem Hürü, beni çok severdi: Yaramazlıklarıma ses çıkarmaz,karnımı hiç acıktırmazdı.Bir de Hayati Abi ile yaptığım kavgalarda onun tarafını tutardı.

Çok sonra öğrendim , evimin neresi olduğunu,bir ebeveyne sahip olduğumu(!) Anneannem tam bir Osmanlı Kadını idi.Evinin kapısı daima açıktı;gelen geçen bir hal-hatır sorar,sıcak bazlamalardan nasiplenirdi.Erken bir zamanda dul kalsa da çocuklarını el aleme muhtaç olmadan yetiştirmişti.Misafir eksik olmazdı haneden.Yedi çocuğunun çocukları, onun kızanlarıydı.Düvenle harman yaparken kavurucu sıcağın etkisini ninemin getirdiği ayran giderirdi.Dayımlardan zılgıt yesem,koruyucum ninemdi.Çocuklarla kavga yapsam ,imdadıma o yetişirdi.İtlerin saldırısından sonra ilk başvuru merkezimdi.Sanırım bir nüfus cüzdanım ninemlerin üzerinde değildi!

     O gün herkesin işi vardı.Kadir’in Bahçesinin altındaki patates tarlasını sulamak bana kalmıştı.Sabahın alaca karanlığında yediğim birkaç lokmadan sonra yola düşmüştüm.Bir taraftan önümü görmeye çalışırken,diğer taraftan arkamı kolluyordum.Sağa sola kaçışan ufak farelerin çıkardığı sesler ürkütüyordu,beni.Aklıma hiç olmadık senaryolar geliyordu.Cin çıkarsa,şeytan çarparsa…Öğleye doğru hava iyice ısınmış,dilim damağıma yapışmıştı.Bir çocuktan beklenmeyecek olgunlukta tarlayı sulama işini beceriyordum.Belki ilk tecrübemdi.Daha sulanacak arklar mevcuttu.Tarlanın bir aşağısına iniyor,bir yukarısına çıkıyor;suyun arklara eşit dağılmasını sağlamaya çalışıyordum.Öğle yemeğini evinde yiyecek olanlar bir bir köye doğru seyirtirken;”Kolay gelsin Godey!” nidâlarını esirgemiyorlardı.

     Susuzluğumu bir şekilde giderebiliyordum ama acıkmaya yapacak şey bulamıyordum.Güneş kızgınlığını yavaş yavaş yitiriyordu.İyice acıktığımı hissediyordum ama yiyecek bir şeyler yoktu.Sık sık köye doğru bakıyor; yemek getiren olur mu diye düşünüyordum.Ya beni burada unuttularsa!Çünkü herkesin işi vardı.Karnım iyice zil çalıyordu.Umutsuzdum…Yaklaşanın ninem olduğunu sonradan fark ettim.Elinde çıkınları vardı.Ninem beni unutmamıştı.”Çocuk orda aç,biilaç çalışıyor.Kime söyledimse işi vardı.Seni de acıktırdım,yavrum” diye söylenerek yanıma geldi. Getirdiği yemekleri yerken düşünmedim,düşünemedim.Çok geç olsa da bugün düşünüyorum ki ninem,harika bir insandı.O ihtiyar haliyle ta köyden kalkıp(torununun aç kalmasına gönlü razı gelmemiş) oralara kadar yayan gelmişti.Sanırım fedakârlığın ne olduğunu biz onlardan öğrendik. Allah mekanını cennet etsin,ninem.Dualarım seninle.Sen gittikten sonra çoook şeyler değişti.Bu garip torunun seni unutmadı ve unutmayacak.

Vedat DOĞAN - Bir Kedim Bile Var

     İlkokul 3.sınıfa gittiğim yıl, köyden Pınarbaşı’na geçici taşınmıştık. Ders yılı boyunca ilçede, tatilde tekrar Boran dere’deydik. Murat Ağabeyim 6. sınıfa başlayacaktı ve köyde okul yoktu. Yani her babanın yapmak istediği gibi; çocuğunu okutmak için, zorunlu göç!O zamanlar köyümden bu ilk ayrılmanın benim için sevinç oluşturduğunu hatırlıyorum.Yeni bir ortam,şehir görecektim,çarşı,dükkânlar vs.dir daha aslâ bu duyguyu yaşamadım,ilk ve son.Her köyden ayrılışım hüzünlü bir vedâ oldu.Geride birçok alışkanlığımı bırakıyordum:”Pırnıka” olmayacaktı mesela hayatımda.Pırnıka bizim kedinin adıydı.Bütün vücûdu simsiyahtı.Üç kardeştiler.Biz de üç erkek kardeş olarak kedileri paylaşmıştık.En büyüğü Murat Ağabeyimin,ortancası Mustafa Ağabeyimin küçüğü de benim.İşte o Pırnıka’ydı.Sonradan Sedat’ın lakabı bile olmuştu…

     İlk iki kedimiz kısa zamanda ölmüşlerdi.Yücel birinin cesedine bevletmişti de kavga yapmıştık, bu yüzden.Özenle,Aslan İLHAN Amcaların evinin dağ tarafına gömmüştüm.Pırnıka samimi bir arkadaşımdı.Zekî,iri yapılı,tüyleri güneşte parıl parıl olup göreni hayran bırakırdı.Balıkla beslerdim çoğu gün.Ne zamanki balıktan dönüp tel çevirmeden bahçemize girsem, Pırnıka! Pırnıka! diye seslenmeme anında yanımda biterek cevap verirdi.Sanki bütün gün geleceğim saati gözlermiş gibi(!)İtleri korkutur,hemcinslerini hep döverdi.Geri çekildiği bir kavgasını görmedim.Yılanlara bile kafa tutardı:Öğlenin kızgın güneşi etrafı ısıtıyordu.Yemeğimi yedikten sonra bahçemize çıkmıştım.Az ötede Pırnıka bir şeyle boğuşuyordu.Hemen yanına koştum ki ne göreyim!Pırnıka yılanla cedelleşiyordu.Pençelerini vurdukça yılan kıvrım kıvrım kıvrılıyor,tıs tıs sesler çıkarıyordu.Evdekilere bağırdım.Annem yetişti.Yılanı elinden zor aldık. Çoğu geceler yatağımda yatırırdım.Hır mır,hır mır sesleri çıkararak uyuması çok hoşuma giderdi.Annem den bu nedenle çok azar işitsem de vazgeçmedim.Benimle uyanır,o gün nereye gideceksem bir süre beni yolcu eder ne zamanki gitmesini istersem yanımdan ayrılırdı.

     İşte Pınarbaşı’na göçtüğümüz o yıl Pırnıka köyde kalmıştı.İlçeye götürmeme izin verilmemişti.Babam,onu ilçede gördüğünü anlatmıştı.Bizlerden ayrılmak hem ona,hem bizlere ağır gelmişti.Ev sahiplerini kaybetmenin üzüntüsüyle bir süre daha yaşadı.Sebebi meçhul bir şekilde öldü.Ne çok ağlamıştım…Şimdi bile etkileniyorum.Hayvanları seven birinin kötü olmayacağını düşünüyorum.Birçok sevgiye kaynaklık ettiğini de iddia ediyorum.Çocuklarımıza bu sevgiyi çok görmeyelim; hatta teşvik edelim.

Çevik ÇOŞKUNER - BORANDERE

     Gök yüzünde alıcı kuşların uçuştuğu,billur billur suyunda balık tuttuğumuz,yüzdüğümüz,yemyeşil çayırlarıyla ilk baharda kuş cennetini andıran ÖZ'üyle yürekli insanların yurdu derlerdi, o güzelim yaylalarında keklik sesiyle uyanılan sisli sabahları anlatırlardı eskilere sorsaydık. Eskiler diyorum ama 1970-1975 doğumlu olanlarda son demini yaşadık gaz lambalarının yerini Elektriğin aldığı,mahalle çeşmelerinin yerini evlere gelen suyun rahatlığını, DELTA radyolardakiarkası yarınların heyecanını televizyonların siyah beyaz dünyasında DALLAS dizisiyle keşfettik dış dünyayı ve HAKKI KARAHAN eliyle diye noktalanılan mektupların yerine telefonların aldığını. Belki bir devlet politikası ,belki çağın gereği ama köyden kente göçün başlamasıyla en büyük yıkımı hem kültürel hemde manevi deyerlerin yok olması anlamında bizler yaşadık.Uzun yıllar savaşıldıktantan sonra yaşanılan sürgün ve sürgün yaşadığın topraklar uğruna verilen savaşlar,yeni bir Cumhuriyet ,kılık kıyafet devrimi ,yeni bir alfabe.Bütün bu aşamaları yaşayıp yinede kültüründen ödün vermeden belkide yaşadığı coğrafyada ayrıcalıklı bir konuma gelen bu sürgün insanları 1980 'li yılardan sonra hızlı bir şekilde başlayan köyden kente göç ve yukarıda belirttiğimiz teknolojik ve sosyal gelişmelerle onca yaşanılan acılara rağmen kaybedilmeyen değerleri birer birer yitirdik.

     Biz neredeyiz ? Başladığımız yerden bugüne kadar kat ettiyimiz yolda neler kazandık neler kaybettik.Bu soruyu herkes kendi sosyal konumuna göre deyerlendirebilir.Kimileri kazandı kimileri kaybetti ama genel anlamda manevi deyerler anlamında herkesin birdaha kazanamayacağı birçok şeyi kaybettiyi kanaatindeyim. Evet Borandere adının ağırlığıyla bile içimizi ısıtan köyümüz.Kaybettiklerimizin yalnız kültürümüz olmadığını köyümüzünde yavaş yavaş kaybolduğunu görmek ve daha acısı hiç birşeyin yapılmaması. Herkesin renkli bir hatırasının olduğu yemyeşil köyümüz bahçelerinde mısırların ,salatalıkların,yerelmalarının kapıları elma ağaçlarının süslediyi güzel köyümüzde şimdi insanlarımızın evlerinde içme suyu dahi bulamadan çaresizliğin gölgesinde gizlenerek yok oluşlarını seyretmekteler. Bu süreç birtek bizim köyle sınırlı deyil elbette.Bütün Anadolu köylerini kapsayan bu göç dalgası herkes gibi bizide vurdu. Ama en büyük yıkımı bizlerde yaptı.çünki biz Kafkasya-dan dilimizi ve örf ve adetlerimizide getirip geldik ama şimdi onların yok oluşunun yasını, acısını yaşamak bir tokat gibi yüzümüzde patladı.Düşünelim. büyüklerimizin konuştuğu lisanı.Çeçen veya Kabertey lisanını .Tarihçesini bilen varmı bu dillerin nezaman var olduğunu yüzyılmı?binyılmı yoksa dahamı eski.Bukadar eski olan lisanımızı bugünlere kadar taşıyan o yüce insanları ve bizleri .Bir ulusu ulus yapan en önemli halkalardan birini bizler kopardık ,yok ettik .Sebep ne olursa olsun bu mirası bizler yok ettik ve inanın birdaha kazanamayacağız. Evet düşünüyorumda nekadar çok şeyi kaybetmişiz. Köy meydanında oynadığımız halimolayı,kadirin bahçesinde yüzdüyümüzü,Şerefin var olsun diye sıktığımız tapa dabancaları,Çeçen yaylayı ,kurudereyi,başpınarı,elmalı pınarı dağarmutlarını,kaynattığımız hedikleri,mezarlıktan kaydığımız kızakları ,özde toplanan çayırları,harmanlarda koşulan düvenleri,yemlikleri ve mantarları.aşşık oynamayı ve zubayı,şeytancuk yapmayı,tel arabalarını,közde pişirdiyimiz patetesleri,kavurduğumuz arpaları vs vs vs.

     Yukarda yazılan bütün her şeyi bizler 1980 den önceki kuşak herkes ucundan kıyısından bu çemberin içerisindeydik.İnanıyorumki herkes eskilere gidip anılarını canlandırmaya çalışıyordur ve herkesin birer anısı vardır.Ama şimdi yok bunların inanın hiç birisi kalmadı veya can çekişiyor.Bu süreci bizler yaşadık .şimdi hafızalarımızda tatlı birer anı olarak yerlerini aldılar.Bizden sonrakilerbizlerden dinlerken güzel bir masal tadında dinleyecekler ve sonrakiler beklide hiçbir şey hissetmeyecekler onlar için bir önem ifade etmeyecek.Bizler güzel hatıralarımızı meze yaparken dost sohbetlerinde, eyer dile gelseydi BORANDERE

 

NE KALDI ŞUNUN ŞURASINDA

''YİNE VE İLLEDE SEN''

DİYORSAN BU YOLCULUKTA

AY YOLA DÜŞMEDEN GEL

YORULDUM,YOL ÜSTÜNDEYİM...

SEN ÜSTÜME ÇIKA GEL !

T.TALİPOĞLUbulut'dan Tatlı Bir Anı;

     Günlerden sıradan bir gündü. Yukarıdan geliyorduk noşho dayımı yine kim kızdırmış bilmiyorum ama.Her zamanki gibi kızınca yaptığını yaptı yine çıktı,sokagın ortasına bütün köyü güzelce bir kalayladı,sonrada KIRAN girsin hepinize dedi. durdu durdu biraz. Banada girsin ben ne yapim tek basıma dedi. ( Mekanın cennet olsun Naşho dayı )

Murat Karabulut 27.12.2006

Arzu Yadigar (Yeşilyurt) - İtiraf Ediyorum;

1993 YAZI. KENDİ KOYDUĞUMUZ ADLA ‘MUHTEŞEM DÖRTLÜ’ , ANNEMİN DEYİŞİYLEDE, ‘SERBEST’S PARTİSS MIHAR’(BUNLAR SERBEST PARTİ). SERAP – ÖZLEM- AYFER VE BEN.

HERZAMANKİ GİBİ MUHTEŞEM VE EĞLENCEYLE GEÇEN Bİ AĞUSTOS GÜNÜNÜN AKŞAMINDA KARAR VERDİK VE KENDİMİZCE PLANLAR YAPTIK:

‘HER GECE CAMİNİN DUVARINDA TOPLANAN GENÇLER NE KONUŞUYORLAR DİNLEYECEĞİZ.’

AMA BUNU NASIL YAPABİLİRDİK? GECENİN O VAKTİNDE DÖRT KIZ KÖYÜN MEYDANINA GİDEMEZDİYA. (ASLINDA GİDERDİKTE EH İŞTE…) DÜŞÜNDÜK TAŞINDIK EN NİHAYET BULDUK NE YAPACAĞIMIZI. ERKEK KILIĞINA GİRECEKTİK. AMA SORUN SADECE ERKEK KILIĞINA GİRMEKLE BİTMİYOR Kİ. EV AHALİLERİNİN UYUMASI YADA BİZİM ONLARI UYUTMAMIZ GEREKİYOR.

DERKEN …İŞTE BÖYLE BİR FIRSAT GELDİ BULDU BİZİ. ASIL SORUN OLAN MEHMET ABİM (MEHMET YEŞİLYURT) UZUNYAYLAYA BİR DÜĞÜNE GİDECEK. DURUM BÖYLEYKEN HEMEN ÇALIŞMALARA BAŞLADIK AKŞAM İÇİN MALZEME TOPLAMAYA. ALLAH NUR İÇİNDE YATIRSIN EMMİ’NİN (MEVLİT KARABULUT) CEKETİNİ, HABIJ ABİNİN(SEBEHATTİN KARABULUT) KOCUĞUNU, BABAMIN DUVARDA HATIRA DİYE ASILI SİYAH FÖTÜR ŞAPKASINI VE SAİM AMCANIN(SAİM YÜKSEL) ESKİ KOCUĞUNUN KÜRKÜNDEN YAPTIĞIMIZ BIYIKLARI, HEPSİNİ HAZIRLADIK.

ANNEMİN UYUDUĞUNA KENDİMİZCE İNANARAK BİZİM EVDE ODALARDAN BİRİNE ÇEKİLEREK HAZIRLANMAYA BAŞLADIK. BİR TARAFTAN DA NE YAPACAĞIMIZI, NASIL DAVRANACAĞIMIZI, NE KONUŞACAĞIMIZI PROVA EDİYORUZ.

ALBUZ – ZEHNİ – UMAR – HANEFİ. BUNLARDA TAKMA İSİMLERİMİZ. KABERDEY AKSANIYLA KONUŞAN, ORTA YAŞLI ADİGE GENCİ HAVASI YARATACAĞIZ. NEDEN?. ÇÜNKÜ GENÇLERİN ÇOĞU ÇEÇEN. NE DESEK ANLAMAZLAR. İŞTE MÜTİŞ PLAN BU.

TÜM HAZIRLIKLAR TAMAM. SAAT :24 VE BİZ KİMSEYE GÖRÜNMEDEN EVDEN SIVIŞTIK, NACİYE TEYZENİN VE ASİYE TEYZENİN EVİ ARASINDAN CAMİ MEYDANINA YÜRÜMEYE BAŞLADIK. BU ARADA HABIJ ABİNİN KISA SAMSUN PAKETİNDEN DE İKİ ÇÖP SİGARA YÜRÜTTÜK Kİ ELİMİZDE SİGARA OLURSA DAHA İNANDIRICI OLUR DİYE. SİGARANIN BİRİ BENDE BİRİ ÖZLEMDE. GİDİYORUZ…..

PLAN ŞU; DUVAR KENARINDA BEKLEŞMEKTE OLAN GENÇLERİN YAKININDAN GEÇERKEN ONLARA KÖYDE BİR DÜĞÜN OLUP OLMADIĞINI SORACAĞIZ VE SAKİNCE YOLUMUZA DEVAM EDİP CAMİNİN ARKASINA DOĞRU YANİ AŞAĞIMAHALLEYE GİDER GİBİ BİR KENARDA BEKLEYİP ONLARI DİNLEYECEĞİZ. BU ARADA DA KENDİ ARAMIZDA TAKMA İSİMLERİMİZİ KULLANIP KABERDEYCE KONUŞACAĞIZ.

DERKEN BİZ, GENÇLERE YAKLAŞTIK. KARANLIKTANDA KİM KİMDİR SEÇMEYE ÇALŞIYORUZ. ŞUAN BİLE HATRLIYORUM OKADAR HEYECANLANMIŞTIMKİ. O YÜRÜYÜŞ BANA SAATLER GİBİ GELMİŞTİ.

İLK KONUŞMAYA YİNE İÇİMİZDE EN CESUR OLAN ÖZLEM YANİ ALBUZ BAŞLADI;

--- YEEE…. GENÇLAR…. BU KÖYDE DÜĞÜN WAR MI?.......

CEVABI KİMİN VERDİĞİNİ İNANIN HİÇBİRİMİZ HATIRLAMIYORUZ AMA ÖNCE KALABALIKTA BİR UĞULTU OLDU SONRA;

---- YOK YOK … DEYİP GÜLÜŞTÜLER.

İŞTE HERŞEYİ BU ANDA BEN REZİL ETTİM. BİRAZ İNANDIRICI OLSUN DİYE ELİMDEKİ SİGARAYI İÇİME ÇEKİNCE OLAN OLDU VE BAHARA ÇIKAMAYAN KÖTÜ TOKLULAR GİBİ ÖKSÜRMEYE BAŞLADIM. İŞTE BU PANİKLE KENDİMİZİ HAJLERİN MAHALLEYE ATTIK VE BAŞLADIK KOŞMAYA. VAHİT ABİNİN EVİNİN ÖNÜ – NAŞHO DAYIMIN EVİNİN YANINDAN AŞAĞI DOĞRU KOŞMAYA DEVAM ETTİK. BİZ BÖYLE ŞÜPHELİ DAVRANINCA ELBETTEKİ GENÇLERDEN DE PEŞİMİZE KOŞTURANLAR OLDU. YAŞADIĞIMIZ BU PANİKLE BEN VE YANIMDA ZAVALLI AYFERİDE SÜRÜKLEYEREK SELEDİN AMCANIN EVİNİN ÖNÜNDEN ŞIK NİHAT AMCANIN EVİNİN ÖNÜNE ÇIKTIK. SERAPLA ÖZLEMDE KÖPRÜYE DOĞRU KOŞMAYA BAŞLADILAR. BİZİM BAHÇENİN ORDA BULUŞACAKTIK GÜYA. ANCAK AYFERLE BENİM HESAPLAYAMADIĞIM BİŞİ OLDU VE BİZ SELEDİN AMCANIN DUVARINDAN ATLARKEN HARÇSIZ DİZİLEN TAŞLAR BÜYÜK BİR GÜRÜLTÜYLE DEVRİLDİ. DUVARIN DEVRİLME SESLERİNE SELEDİN AMCA VE AİLESİ SOKAĞA FIRLADILAR. BİZSE DURUM BUKADAR REZİLLEŞİNCE DAHA BİR PANİKLE ŞIKLARIN BAHÇESİNİN ARKASINDAKİ O KARANLIK SOKAĞA FIRLADIK.

AYFER ÖNDE BEN ARKADA KOŞARKEN TAM SOKAĞIN BAŞINDA BAŞIMI ÇEVİRİP GERİDEKİ FACİAYA BAKTIM. NE YAZIKKİ SESİMİZE NİHAT AMCA EŞİ CEVAHİR YENGE, KARŞI KOMŞULARI DADU ABİLER(SELAMİ YURTTAŞ) HEPSİ KAPIYA ÇIKMIŞTI. AMA ASIL KORKUNCU BU SESLERDEN VE BİZİM KOŞTURMAMIZDAN RAHATSIZ OLAN CEYSIN( NİHAT AMCALARIN KÖPEĞİ) BAĞLI OLDUĞU İPİ KOPARMIŞ VE PEŞİMİZDEN GELİYORDU.

AYFER ÖNDE BEN ARKADA BENİMDE ARKAMDA CEYSIN KÖPRÜYE DOĞRU KOŞTURUKEN İNANIN NE MAHALLEYE REZİL OLŞUM, NE TÜM BUNLARDAN DOLAYI ANNEMDEN YİYECEĞİM PAPARA VARDI AKLIMDA. HAYATIM BİR ŞERİT HALİNDE O KARANLIK SOKAKTA GÖZÜMÜN ÖNÜNDEN GEÇERKEN AKLIMDA OLAN TEKŞEY BAŞIMDAN DÜŞEN BABAMIN HATIRA FÖTÜR ŞAPKASIYDI. BİR KAÇ SANİYE SÜREN O KOVALAMACAMIZ BANA SAATLER GİBİ GELMİŞTİ. ( BU KOVALAMACADA KÜÇÜK Bİ ADİLİK YAPMIŞTIM. ÖNDE KOŞAN AYFERİ SIRTINDAN TUTUP BEN ÖNE GEÇTİM VE SIRALAMAMIZ BİRAZ DEĞİŞMİŞTİ. BEN ÖNDE AYFER ARKAMDA CEYSIN EN ARKADA. AYFERİN DİLİ KISA BİR SÜELİĞİNE TUTULMUŞTU AMA VİCDANIM RAHAT HİÇ BİRİMİZE BİŞİ OLMADIJ)) NEYSEKİ CEYSINA YAKALANMADAN KENDİMİZİ BİZİM EVİN ÖNÜNE ATTIK. ÖZLEMLE SERAP BİZDEN ÇOK ÖNCE YETİŞMİŞTİ. AMA KARŞIMDAKİ MANZARA CEYSINLA OLAN KOVALAMACADAN DAHA ÜRKÜTÜCÜYDÜ. ÇÜNKÜ, YOKLUĞUMUZU FARKEDEN ANNEM, SANİYE ABLA, GULASE TEYZE, İKPAL YENGE VE SAİM AMCA (SAİM YÜKSEL) BİZİ BEKLİYORLARDI. ÜSTELİK ÇOK TATSIZ BİR İFADEYLE BAŞLARINI SALLIYORLARDI. HEPSİ İYİDE HOŞDA BEN KORKUDAN BIYIĞIMI ÇIKARMAYI UNUTMUŞUM.

SİZ HESABEDİN ARTIK, O GECE YEDİĞİMİZ PAPARAYI VE ZILGITI.

SAİM AMCA, BİZİ GÖRÜNCE YÜZÜNDE BİR RAHATLAMA İFADESİYLE DÖNDÜ GİTTİ. AMA GERİYE KALAN KADINLARIN SESİ BİRBİRİNE KARIŞTI. ANNEMİN SÖZLERİ İSE TAM BİR TRAJİ-KOMEDİYDİ.

----KAÇTINIZ SANDIK… TÜM MAHALLEDE YOKSUNUZ… BU NAĞLATLARIN DÖRDÜ BİRDEN KAÇMADIYA…BİLİYORDUM BUNLARIN BİR FİLİM ÇEVİRDİĞİNİ…..

BU KONUŞMALAR (AZARLANMAMIZ) DEVAM EDERKEN BİZ DÖRDÜMÜZ TEKRAR CEYSINLA CEBELLEŞTİĞİMİZ O KARANLIK SOKAĞA DÖNDÜK VE YERDEKİ HER KARALTIYA BABAMIN ŞAPKASI DİYE ELLEYEREK ARANDIK. BULDUK BULMAYA ŞAPKAYI AMA; GENÇLERİ DİNLEME MERAKIMIZ HERNEVİ AT-İNEK-EŞEK DIŞKISINA DOKUNARAK NOKTALANDI.

AMA ASLA PES ETMEDİK. DAHA NE ÇOK PLANLAR YAPTIK BİZ O KÖYDE. ANLATMAYLA BİTMEZ DENECEK KADAR ÇOK. MEĞER NE KADAR ÖZGÜRMÜŞÜZ BİZ ŞEŞENJANBOTEY’DE.

 TEWUNE ARZU YEŞİLYURT10 ocak 2007/ ANKARA

Arzu Yadigar (Yeşilyurt) - İlyas Emmi;

 

                    İlyas Emmi deyince, hepinizin içinde bir şeyler canlanmıştır. En azından bir çoğunuzun. Belki de köyümün, benden sonraki kuşağı tanımaz onu. Ama şimdi öyle bir anlatacağım ki İlyas Emmi’yi onlarda tanıyacak. Tanısınlar, tanısınlar ki ; bu köyde sadece köylünün değil, gelip geçen insanların da ne kadar özel olduğunu öğrensinler.

 

                  İlyas Emmi, yaz-kış, yağmur- çamur demeden gelirdi bizim köye. Eşekleri, kah önünde kah yanında. Eğer iyi durumda ise, dört eşeği, değilse iki eşeği olurdu. Kendi sesinden önce, eşeklerinin sesi girerdi köye. Hepimiz heyecanla kapımızda beklerdik onu ve heybeli eşeklerini. Sıra sıra , yavaş yavaş her bir kapıya uğrar, her birimizin halini hatrını sorar, belki 1-2 mintogs, 1-2 torsil, 3-5 somruk şeker satardı. Her zaman üzgün bir yüz ifadesi olurdu. Ha ağladı ha ağlayacak. İnsanın içini acıtanlardandı. Heybeden, bir kilo şeker tartıp verişi dahi , dakikalarca süren bir matem merasimi gibiydi.

 

                  Köye geliş zamanı yaklaştığında, Memetbey’in bahçesine gider, tellere takılan koyun yünlerini toplardım. İşte o yünler benim banknotlarımdı.

 

                 Ha geldi, ha geliyor derken, aha duyuldu İlyas Emmi’nin sesi.

 

---Ra..hat looo..kummmmm va..ğa…ğa…ğarrrrrrrrrrrrrr

 

---Şe..kerrrr su..cug va..ğa..ğa...ğarrrrrrrrrrrr

 

---Min..togs va…ğa..ğarrrrrrrrrrr

 

--- Ge..çi boy..nuzi v ağa..ğa..ğarrrrr.

 

                  İlyas Emmi, bu nidalarla gelmişti kapımıza. Önce annemle selamlaşmış, hal - hatır sormuşlardı birbirlerine.

 

                 Hatırladığım kadarıyla, nadiren bir bardak ayran yada bir çay içerdi. Tutamazdı ki bardağı, eli titrer, ya döker yada dökeceğim diye mahcup olurdu. Belki bu mahcubiyetindendi ikramları çevirişi. İşi bitmişse, gözü, ya heybesinde ya da yanyana durmayan eşeklerinde olurdu. Elinde kocaman sopası, bir sağa bir sola. Onu, şu an bile anarken içim sızlıyor. O zamanlar da içim sızlardı haline.

 

               Bir gün, ayak üstü hikayesini anlatmıştı. Kardeşini gözü önünde vurmuşlar. O gün bu gündür elleri titrer, kekeleyerek konuşurmuş. Zaten onun bu durumunu çoğunuz biliyorsunuz.

 

              Annem alacağını almıştı. Yalnız annem mi, komşu kadınlarda. Sıra bana geldi. Yünlerimi hazırladım, durdum yanına.

 

--- İlyas Emmi, buna(yünü gösterip) ne kadar somruk şeker?

 

              Ne umutla sordum bu soruyu bilemezsiniz. Ama İlyas Emmi’nin elinde ki üç adet şekeri görünce yıkıldım, eridim, bittim. Heybeden şekeri çıkarışı dakikalar sürünce sanmıştım ki hepsini verecek. Bir hışımla geri çektim yünümü.

 

--- Yok yok olmaz..Dedim

 

                Haftalarca beklemişim, yün toplamışım, üç tane somrukla yetinirmiyim? Ne yapsam ne etsem dedimse de, çaresiz elimde yünümle kaldım. Kimsenin bu durumu önemsediği yoktu anlaşılan. Öyle ki, kadınlar, İlyas Emmi’ye de bir çay vermişler, iki lafın belini büküyorlardı. Zaten bizim köyde adettir. Kadınlar, ya sabah ineklerini sığır sürüsüne katarken ya da bir çerçinin başında beklerken laflaşırlar. Köydeki en mühim haberler, işte bu gibi toplantılarda duyulurdu. Ben şeker şoku yaşarken bizim kadınlar işte böyle bir fırsatı değerlendiriyorlardı. Bana da eşeklere mukayet olma görevi verilmişti. Hıncım hala sürüyordu İlyas Emmi’ye. Hem yünüme sadece üç şeker versin, hem de dört eşeğe çobanlık yapayım. Elimde sopa, eşeklerin başındayım. Nasıl oldu , nasıl düşündüm de yaptım bilmiyorum ama o an, tel yada çivi arası bir cismi eşeklerden birinin kuyruğunu kaldırıp zavallı hayvanın yumuşak etine batırdım. Aman yarabbim, zavallı hayvancağız can havliyle nasıl zıplıyor. Sırtındaki heybe , ne var ne yok hepsi yerde. Kadınlar bağırıyor , İlyas Emmi vay- vay sesleriyle eşekleri sakinleştirmeye, bir taraftan da, dökülenleri toplamaya çalışıyor. Tabi bende yardım ediyorum, toplama işine. Kadınlar bir taraftan , ben bir taraftan, İlyas Emmi bir taraftan. Ne söylendi ne söylendi eşeğine. Sonrada sakinleştirdi, heybesini yükledi, toplayabildiği malzemeleri yükledi. En son benim elimdekilere sıra geldi. Zar-zor uzattım elimi ona doğru, galiba oda bunu fark etti ki o anki sinirine rağmen

 

---Onlarda, senin çoban hakkın olsun.. dedi.

 

                  Vayhh vayhhh, olan zavallı eşeğe olmuştu. Bir eşek yüzünden çektiğim vicdan azabı işte bu sebeptendir.

 

                   Sonraki zamanlarda da bir çok kereler geldi İlyas Emmi köyümüze. Ama her defasında yüzüne bile bakamadım. Bir vakit sonra, gelmez- gitmez olunca öğrendim ki ölmüş. Anlıyorum ki, köyümde yaşamıyor olmasına rağmen, hayatımda büyük yer etmişti.

 

                    İlyas Emmi’yle son bulmadı tabi bizim köyün çerçileri. Zamana bağlı, bizim çerçilerde değişti. İlyas Emmi, eşekle getirirdi öteberisini, Abbas Emmi faytonla. Bu arada, Abbas Emmi, aynı zamanda İlyas Emmi’nin kaynıydı.

 

                İlyas Emmi zamanında çocuktum, bir de vicdan meselemiz vardı onunla aramda. Ama Abbas Emmi’yle öyle miydi. Onunla yeni bir dönem başladı, çerçi kültürümde. Tek atının çektiği faytonuyla gelirdi köye. Çeçen Mahmut Amca’nın evinin yanından aşağı mahalleye. Ama onun tarzı biraz daha farklıydı. İlyas Emmi gibi öyle kapı kapı gezmez, her bir mahallede belirlediği stratejik noktalarda dururdu. O noktalardan biride Şorten-Merşen-Şık’ların evleri arasındaki çeşmenin önü, yani Şorten Ganen Amca’nın bahçe duvarının yanıydı.( Bu çeşmeye ben ziyaret yeri diyorum. Sebebini bir ara yazarım.)

 

                    Yine çeşmenin önüne koğuşlandığı bir gün, koştura koştura gittim yanına. Baktım, mahallenin kadınları benden önce yetişmiş. Alacaklarının derdine düşmüşler. Benim derdim alacak-verecek değil. Abbas Emmi’nin faytonuyla dolaşmak.

 

---A bbas Emmi, annemin alacakları varda seni bizim kapıya çağırıyor.

 

                  Bunları söylerken de faytonun arka tarafına, çekirdek torbasının yanına yerleştim. Abbas Emmi de yerleşti yerine, bizim kapıya doğru ilerliyoruz. Bir taraftan da elime ne geçerse yiyorum. Ayaklarım faytondan aşağı sallanıyor, çok mutluyum.

 

                 Mahalle kapımızın girişinde durduk. Abbas Emmi, bahçede, elinde minder kılıfı dikmeye çalışan anneme seslendi.

 

--- Bibi, Karaboğaz’ daki kızının selamı var.

 

Annem, memnuniyetini ifade ederek gülümsedi, kalktı ve bize doğru gelmeye başladı.

 

---- Hoş geldin Abbas. Sağolasın.

 

Sonra bana bakarak;

 

---Bu deli seni gene mi buldu.. Dedi.

 

                   O vakte kadar ben, 2-3 topitopu yalayıp bırakmış, çekirdeklere girişmiştim. Anacağızımla Abbas Emmi epey bir pazarlıkla birkaç öteberi alış-verişi yaptılar. Bu pazarlıkta ben hep, Abbas Emmi’yi desteklerdim

---Yok yok . Bir kuruş aşşa olmaz.

 

Annemin ters ters bakışları altında;

 

--Sür Abbas Emmi.. Dedim

                  Köprünün önündeki geniş alandan dönüp, geldiğimiz yoldan ilerlemeye başladık. İkimizde aynı konumdaydık. O faytonun önünde, ben arkada. Ziyaret çeşmesine geldiğimizde az önceki manzaranın aynen orda olduğunu gördük. Mahallenin kadınları, ellerinde aldıkları eşyalarla konuşmalarına devam ediyorlardı. Bizi görünce,

 

----İyi iş bulmuşsun.. dediler.

 

Bende, işimin gereğini yapmak için asıldım çerçi nidalarına. (Ruhun şad olsun İlyas Emmi).

 

---Ra..hat lo..kummmmm va..ğa…ğa…ğarrrrrrrrrrrrrr

 

---Şe..kerrrr su..cug va..ğa..ğa...ğarrrrrrrrrrrr

 

---Min..togs va…ğa..ğarrrrrrrrrrr

 

--- Ge..çi boy..nuzi v ağa..ğa..ğarrrrr.

 

                     Fayton, çeşmenin önünden sola, camiye doğru döndü. Benim hala faytondan inmediğimi gören Aysel abla;

 

--- Gur’an Hak uçun ayıptır, in aşşaya.. Dedi.

Omuz silktim.

 

              Salih amcanın evinin önünden ilerledik ve ben ineceğim yerde seslendim, faytondan atladım. Cebimde de ganimetlerimle.

                     Ağzım kulaklarımda geri dönerken, Abbas emmi cebinden çıkardığı gazete kağıdına, huni şeklinde sarılmış somruk şekerleri bana uzattı.

---Bak hele.. Unutuyordum. Bunu Karagözden, bilmem kimin oğlu verdiydi.

 

Seni soruyormuş, öyle dedi.

 

---Allahhalahhhh, Abbas Emmi, ben olduğumu nerden biliyon.

 

--- Amannn ocan yanmıya. Köprünün yanında başka kimin evi var.

 

Hımm, şeker doğru adrese gelmişti. Ama, bende yüzsüzlüğün biri bin para, üsteliyorum.

 

--- Yaww Abbas Emmi, niye adını sormadın?. Ufff uffff.. meraktan öleceğim, kimdi, nasıldı?

 

                 Elimde şeker kesesi, arkasından baka kaldım. O hala;

 

---Ocan yanmıya emi, millet akıllanıyor, bu gettikçe delenleniyor. Diyordu.

 

                   Ben o yaz, üniversite ikinci sınıfta ve bir mühendis adayıydım. Yıllar sonra, okul bitti, güzel bir tesadüfle, Çevikler Mermer’de işe başladım ve Pınarbaşı’ndaki mermer fabrikasında 2 ay çalışmak üzere görevlendirildim.

 

                     2001 yılının nisan ayı. Sabah 8 sularında, lise yolunda oturan ablamın evinin kapısında, şirket arabasını bekliyorum.

 

                   Hiç tarzım olmamasına rağmen sanırım ilk iş heyecanından olmalı, üzerimde siyah bir takım elbise, elimde evrak çantası, öğretmen-avukat arası bir görünüme sahip olarak beklemekteyim. Bu durumdan da hiç hoşnut olmadan, rahatsız bir ifadeyle yoldan geçenlere bakıyorum, onlar da bana bakıyor. Bir de ne göreyim. Abbas Emmi. Yıllar önce, onu en son gördüğüm cami meydanındaki halinden, biraz daha küçülmüş, biraz daha omuzu sağa yatmış, beli eğilmiş ama yine aynı faytonuyla karşımdaydı.

 

---Abbas Emmi!. Abbas Emmi!.

 

                   Beni görmeyeli, belki 3-4 sene olmasına rağmen, tanıdı. Koştum sarıldım ona. Belki, şu son yazacaklarım size abartılmış gelebilir ama inanın her bir kelimesi, belki yetersiz kalabilir ama asla abartılmamıştır. Sizler de, benim yerimde olsanız, aynısını yapardınız.

 

Ona dedimki;

 

---Abbas Emmi, beni liseye kadar bıraksana.

 

                 Güldü, memun oldu. Atladım faytonun arkasına, ayaklarımı sallaya sallaya, liseye kadar gittim. Zaten, şirketin arabası da, orada rastladı bize. faytondan indim, döndüm, Abbas Emmi’yle helalleştim. Onu en son gördüğüm yer orasıdır. Ben arabaya giderken, arkamdan şöyle diyordu;

 

---Öğretmen gibi olmuşsun ama, aynısın aynı.

Arzu Yadigar - Mahallede Paket Var

 

MAHALLEDE PAKET VAR

     Erkek kılığına girip de, annem tarafından aforoz edildiğimiz yazdı. Tekrar, eski özgürlüğümüze kavuşmak için elimizden geleni, en kısa sürede yapacaktık. Bu uğurda ne sözler vermiştik, vermiştik diyorum, benimle birlikte canımın içi, Ayfer de. Bir daha asla genç bir kıza yakışmayacak davranışlarda bulunmayacak, akıllı-uslu, hanım hanımcık olacak, hatta elişi dahi yapacaktık.

Bir an önce annemin sakinleşmesi için çalışmalara başlamalıydım.

Garagız Ablamdan (Naime Yeşilyurt) tığ denilen o lanet aleti ve dokunmaktan dahi illet olduğum ince ipliği aldım. Bilmem kaç numara. Bundan yıllar öncede, buna benzer girişimlerim olmuştu ama hiç bu kadar ince bir işle uğraşmamıştım. Maksat annemin gözüne girmek değimli ne olsa yapacağım.

Özlem’in başlayıp da, yıllarca bitiremediği, bir salon takımının modelini yapmamı istediler. Hatta bunun için tüm mahallenin gelinleri, seferber oldu. ( ahhhh ahh…köyün gençlerini dinlemek bana nelere mal oldu.)

Şu, kaba - saba ellerimde, o incecik tığ ve iplik ne kadar da iğreti duruyordu. Ama buna kimsenin aldırdığı yoktu. Orasından batır, burasından çıkar, zincir çek, iki al, bir bırak derken en sonunda bende dantel yapan biri olmuştum.

Bizim köyde, özellikle köyün kadınları arasında makbuldür bu özellikler. Hafife almamak lazım. Ağzınızla kuş tutsanız da; eğer evin toprak dabanını (zemin) su ile sıvamıyorsanız, elinizde dantel poşetiyle gezmiyorsanız, nafile. Bunların yanında; tüm köylüden erken kalkıp, soba yakmak, ekmek pişirmek, kapılarından geçen bir büyüğe zorla çay ikram etmek, o kızın şanına şan katardı. En azından bizim köyün kadınlarının gözünde.

Benim neyim eksikti peki, bunları yapmaktan.

İşe en zor olan dantelle başladım. Taktım sol bileğime bir poşet, yerleştirdim içine iplik yumağını, başladım salon takımının 12 parçasından ilkini yapmaya. Ama öyle kıyıda köşede değil, ya bahçemizde yada köprünün üzerinde. Uyanık olmak lazım diye düşünüyordum. Ben, evin içinde dantel yapmışım, kim nereden bilsin. Taktığım gibi dantel poşetini koluma yürüyordum köprüye. Bir zincir çekiyorum, bir etrafa bakıyorum, nasıl olsa birileri görecek ki, köprü bunun için ideal yerdi. Yukarıda (köyün doğusuna verdiğimiz isim) tarlası olan her gencin, babası yada annesi, illaki bu köprüden geçecekti. Geçerlerken de, beni, elimde dantel poşetiyle görmemeleri mümkün değildi.

Meselenin büyüğünü, bu şekilde halletmiştim. Belki haftalarca aynı parçayı, köprü-harman-çatalçeşme dolaşarak tamamladımsa da, bu durum annemi memnun etmeye yetmişti. Sırada ekmek pişirmek, soba yakmak, ev temizlemek vardı. Ev temizlemek zor bir iş değildi benim için, zaten her sabah kavga gürültü de olsa yaptığım bir şeydi. Ama bu kez durum farklıydı. Elime aldığımda o sarı ot süpürgeyi bırakın evi, köprüye doğru tüm yolu süpürür olmuştum. Soba da yakmasına yakıyordum da, şu ekmek pişirme meselesi, ağzımla kuş tutma hikayesinden daha zor geliyordu bana. Hamur bile yoğurmamış biri için, kolay mı ekmek pişirmek. Düşününce onunda buldum çaresini. Ayfer’ e pişirtip, ben pişirdim diye tüm mahalleye dağıttım. Kimse inanmadı. Olmadı, bir de kek tarifi aldım, Garagız ablamdan. Hemen pişirdim kekimi, yanınada demledim bir çay ve çağırdım mahalledekileri. O günden sonra yaptığım kekin adı “Arzunun İşkencesi” adıyla anıldı. Bu adı tescilletmek farz oldu bana. Çünkü, hala Aslan abi ( Aslan Yeşilyurt) beni gördükçe;

--- Neydi o gız, bize yaptığın işkence . diyor.

Mükemmel olmasam da, mükemmele yakın olayım diye, ekmek pişirme sevdamdan vazgeçtim. Ben de, yapabildiğim şeyleri, ya bahçemizde yada , dağda – bayırda yaparak dolaştım, herkes görsün diye. Benim için hiç de kolay geçmeyen haftalardı bunlar, ama annem yine eski annem olmuştu. Yani artık özgürdüm!!!!!

Zor geçen onca günden sonra, “serbest parti” olarak köyde gezmeye başladık.

Sabah, evdeki mesaimizi tamamlayıp, ya Özlem’ lerin evde bize ayrılan odada, yada Serap’larda Emmi’ nin( canım emmim Mevlüt Karabulut) bizim için yaptığı odada otururduk. Ben, özellikle bu odada çok mutlu hissederdim kendimi. Bir zamanlar köyümüzün tükeni (bakkal)olan bu oda, daha sonra Emmi tarafından bize tahsis edilmişti ve sadece dördümüz ( Serap-Ayfer-Özlem ve ben) girebiliyorduk. Reyyan dahi, ancak bize çay servisi yapacağı zaman, kapıdan kafasını uzatabilirdi. Hemen bağırırdık;

--- çık çık.

--- aman ka’a, çokda meraklınız değilim, der ve söylene söylene giderdi.

Akşam saatlerine doğru, ilkindi vakti (ikindi) ancak bulunduğumuz odamızdan çıkar, köprüye doğru yürür ve ayaklarımızı salındırarak köprünün kenarında otururduk. Bu zaman zarfında, gece neler yapabileceğimizin kararını alırdık. Bir sonraki uğrak yerimiz ise, mezarlığın yanındaki sırttı. Yani, festival alanına bakan dağ. Her akşam oraya tırmanır ve elimizdeki dürbünle köyü dikizlerdik. Amaç, uçan kuştan dahi haberdar olmaktı. Dağdan aşağı iner, yukarı bahçelerden biraz elma çalar, sonra tekrar evlerimize dönerdik. Bu bizim günümüzün yarısıydı. Diğer yarısı ise, akşam yemeklerinden sonra başlardı. Hızlıca yemekler yenilir ve yine mekanlarımızdan biri tercih edilirdi. Şayet o gece için bir plan yoksa, saat 24-01 sularında Şıg İsmet Amcanın bahçesine girer ve elma çalardık. Bu eylem bizim için artık, boş zamanları doldurma şekline dönüşmüştü. Böyle geçen gecenin sabahında, İsmet Amca, ya kırılan dalları toplar, yada bahçe duvarından düşürdüğümüz taşları yerine koyardı. Eeee.. kolay mı, dört kocaman kızın çıktığı elma ağacı ne yapsın. Aslında, gayet iyi bilirdi bizim olduğumuzu ve ses çıkarmaz, arada bir takılırdı.

En son vukuatımızın üzerinden, neredeyse bir ay geçmişti. Çok sıkılıyorduk. Günlerimiz sıradanlaşmıştı. Köyde geçirdiğimiz vakitleri asla böyle harcayamazdık. Çünkü o vakit bize, Allah’ın bir niğmetiydi. Kaç kişinin bu kadar güzel ve anlayışlı bir köyü ve köylüsü vardı ki?. Biz çok şanslı kızlardık.

Vakit kaybetmeden toplandık, wınafe (karar alma) için.

---Camiinin duvarına, bomba süsü vererek, bir paket bırakalım. İçine de çalar saat koyalım. Sonrada Pınarbaşı Jandarmaya haber verelim.

---Yokkk daha neler. Nasıl haber vereceğiz jandarmaya. Saile teyze(Saile Yılmaz) anlar durumu.

O vakitlerde, köyde sadece Saile teyzelerde telefon vardı. Kimin telefon işi varsa ona gider ve ücretli görüşmesini yapardı. Dolayısıyla ortaya koyduğumuz bu fikir baştan çürümüştü.

Öyle yapalım, böyle edelim derken, kafamıza yattı bir tanesi. Hedefimiz yine köyün gençleri, amacımız onları çıldırtmak. O günün akşamında, toplandık bizim evde , köşe odada. Abim ortalarda yok, annemde uyku öncesi hazırlıkta. O uyuyana kadar, biz boş vaktimizi değerlendireceğiz. Elbetteki, yan komşumuz olan Şıg İsmet amcanın bahçesinde. Nitekim, gözümüz kapalı bile yerini bulduğumuz , mayhoş elma ağacının, ulaşabildiğimiz tüm elmalarını ceplerimize doldurduk. Ve, tekrar bizim evin avlusuna geldik. Çünkü gece için hazırlık yapmamız gerekiyordu. Bulduğumuz bir gazete kağıdına, kuru inek dışkılarını koyduk ve bir güzel paketledik. Hediye paketimiz hazırdı ama bunu öyle güzel bir yere koymalıydık ki hem gençler görmeli hem de biz onları görmeliydik.

Saat 23:00 civarı, özenle hazırladığımız paketi, sessizce, köprüye inen yol üzerindeki sokak lambasının altına koyduk ve aynı sokağa bakan ahırımızın damına çıktık. Yüzü koyun olarak ve sokağı görecek şekilde yatıyorduk. Bir taraftan da, aşırdığımız mayhoş elmaları yiyoruz.

Serap;

--- Arzu !! biraz yavaş ısır şu elmaya, paketten önce bizi görecekler.

Ben;

--- yatarken elma yemek hiç de kolay olmuyor, n’apabilirim?

Özlem;

--- UFF..kesin sesinizi. Birileri çeşmeden taraf iniyor. Susun.. Elma kaçmıyor sonra yersiniz.

İşte başlıyor eğlence. İnşallah gençlerdir. Zaten kim olur ki bu saatte onlardan başka. Adetleriydi bizim köyün gençlerinin, gece geç saatlere kadar köprüyü tavaf etmek. Çeşmeden aşağı inen kişilerin sesleri, iyice yaklaştı. Görüş menzilimize girdiler. O da ne?

Ben;

--- olamaz olamazzz!!! Memet ağabiyle Müslüm abi bunlar. Allahım n’olur görmesinler, n’olur n’olur. ( Çeçen Mehmet Aydın – Çeçen Müslüm Yaldız.)

Özlem;

--- Arzu sus!... Rezil olacağız şimdi.

Biz böyle kavga ederken, Müslüm abi, paketi fark etti ve çok ilginçtir, içinde ne olduğunu anlamış gibi tekmeyle vurdu. Geçti gitti. Hayal kırıklığı içinde, damdan aşağı inmeye çalışırken, annem neden uyandı bilmem, evin dış lambasını yaktı. Asıl telaşımız o zaman başladı. Çünkü, bizim ahırın damı, evimizin hizasının altındaydı ve dolayısıyla lamba bizi kabak gibi ortaya çıkarıyordu.

Özlem;

--- yatın yatın!.. sakın kafanızı kaldırmayın.

Serap;

--- Allah cezanızı vermesin. Sizin aklınıza uyup ta buraya çıktım. Nasıl ineceğiz buradan hı?

Ayfer;

--- weyyy… mı sışekir sıt? ( nedir bu çektiğim).

Benim tek kelime edecek halim kalmamıştı. Ağzımda, mayhoş elmadan kocaman bir ısırık, ve bacaklarım damdaki kuru otlardan sıyrılmış halde yatıyordum. Annem dış kapıyı açıp bize bakındı, doğal olarak oturduğumuz odanın lambasını kapalı görünce seslendi.

--- Arzuuu?.... Dene mı ğağer? ( nerde bu deli)

Sanırım Allah, Ayfer’le Serap’ ın duasını kabul etti de, annem yine komşuları başımıza toplamadan, içeri girip yattı. Ama dış lamba hala açıktı.

Damda yattığımız yerden sürünerek, Saim amcanın ahırına doğru ilerledik. Çünkü, o kesimde ışık daha loştu ve dama kadar yükselen bir ot hayması vardı. Önce Özlem, sonra ben, kayarak bıraktık kendimizi aşağıya. Ama, Serap’ la Ayfer’i, bu konuda ikna etmemiz hiçte kolay olmadı. Ayfer neredeyse korkudan ağlayacaktı, Serap ta sinirden.

Hala umudumuzu kaybetmemiştik. Hazırladığımız bu hediye, yerine ulaşacaktı. Gidip dağılan paketimizi yeniden topladım. Sonra gazetenin içine, kuru değil hal-ı hazırda ıslak olan inek dışkısını bir güzel yerleştirdim. ( bunu nasıl yaptığımı asla sormayın) Ama bu kez, esaslı bir paket yapmıştım. Görüp te merak etmemek mümkün değildi. Kocaman da bir kurdela taktım. Yine aynı yere, aynı sokak lambasının altına yerleştirdim. Bizde, ‘Kötü Mutfak’ diye adlandırdığımız haşbaga girdik. Çünkü, haşbagın ğönesinden ( kilerin küçük penceresinden) olanları izlemek kolay olacak.

Gecenin ilerleyen saatleri ve o saatlerde, gençlerden başka kimse geçmez umuduyla bekliyoruz. Dedim ya, umudumuzu yitirmedik diye. Duvara dayalı vaziyette duran ane’ yi (sofra), pencerenin önüne çekip, üzerine çıktım ki olanları daha rahat seyredeyim diye. Tam o sırada, yine çeşme yönünden sesler duyuldu. Aman yarabbim bu kadarda talihsizlik mi olur!. Mahallede hatrı sayılır bir ablamız ve kardeşi, gece koşusuna çıkmışlar. Anlaşılan yine pıshalıveyi ( bu yemeğin bence Türkçe karşılığı yok) fazla kaçırmışlar. Panik içinde dua ediyoruz, paketi görmesinler diye ama çoook geç artık.

--- aaaaa abla burada bir şey var, bir hediye paketi.

---Allahallahhh kim düşürdü acaba. Açıp baksak mı?.

--- Bak istersen abla.

Gazetenin yırtılma sesi ve;

--- Yumuşak bir şey, kına galiba. Ayyyyyyyy mal pokuymuşş!!!!!!

Ve, paketimizi büyük bir hiddetle yere attı. Olayın trajik sonunu görmek için, dördümüz birden ane’ nin üzerine çıkınca, yere kapaklanmamız bir oldu. Tabi dışarıdaki bu nahoş çığlıklara, malum kişiler yine sokağa fırladı. Annem, Saim amca, İkpal yenge. Sebep olduğumuz bu tatsız olaylar nedeniyle, dışarıdaki konuşma ve kızgınlıklar son buluna dek haşbagın içinde kaldık. Galiba, ilk kez bu kadar utanç içindeydik . Ortalık sakinleşince, her şeyden habersiz gibi annemin yanına gittik. Bizi görür görmez;

--- sizsiniz bunu yapan şeydanlar, sizden başka kimsenin aklına gelmez bu.

Ayfer;

--- ğamra tha Anaaa ( inanki değil anne)

ben;

--- kesin biz alalım diye X koymuştur.( elbetteki bu X in adını yazmayacağım)

Son dediklerim, anneme mantıklı gelmediyse de, gençlerin bize şaka yapmak istemelerini normal karşılıyordu. Ama hala;

--- paketi tahlile gönderelim, o zaman kimin ineğiyse çıkar ortaya, diyordu.

Ayfer;

--- ğapşığö wewame Ana.( o zaman yandın anne).

Ertesi sabahta aynı konu devam etti. Sabah çayını dahi içmeden, Annem, Gulase teyze, İkpal yenge konuşmaya başlamışlardı. Usulca yanlarına sokulup, onları , bu işi yapanın X olduğu konusunda ikna edip, bir an önce konuyu kapatmalarını rica ettim. Olayın bu boyutlara gelmesini hesaplayamadığımız için bir an önce kapanmasını istiyorduk.

Günün ilerleyen vakitlerinde, annem bahçede her zamanki yerinde, bize sesleniyor,

--- zı şey tevğuve ( bir çay koyun).

Ayfer çayın derdinde, benimse aklımda, sokakta savrulmuş bekleyen pakette.

--- Bir şey söyliyeceğim, bir gelsene.

İşte korktuğum şey başıma geldi. Mahalle kapımızın yanında, bana sesleniyordu X adlı arkadaşım. Ben, bir anneme baktım, bir Ayfer’e, sonra mahcup bir şekilde ona doğru ilerledim. Yüzünden zaten anlaşılıyordu bana ne diyeceği. Ama suçlu olduğum ayan beyan ortadaydı.

--- Bir yapmadığın bu kalmıştı. Sırada ne var, çok merak ediyorum Arzu. Böyle şeyler neden hep senin başının altından çıkıyor?. dedi ve konuşması bitmeden malum paketi üzerime atıp gitti. Bereket ki reflexlerim iyi çalışıyordu da son anda kurtuldum çarpmasından.

Annem;

--- ohhhhhh ellerine sağlık evladım, ne iyi yaptın. Deyip X’ e destek verdi.

Anlayacağınız, ne zaman köyün gençlerine bulaşsam, elim boka batıyordu. Söz artık çok uslu bir kız olcam.

Erdal ASLAN - Boranda Futbol Maçı

 

     Ben 17-18 yaşlarındaydım.Bir bayram günüydü,Aşağı Karagöz'de teyzemlerdeydim.Teyze oğlu Ruşen'e haydi bizim köye gidelim diye direttim.Biraz naz yaptıktan sonra yola düştük.Sırttan aşarak yaya olarak bizim köye geldik.

 

     Mezarlıktan aşağı inerken harmanlıkta bir minibüs ve etrafında gençler gördük.Yanlarına geldiğimizde öğrendik ki Yukarı Höyük köyünden Çeçen gençler gelmiş köyümüz gençleri ile maç yapacaklar.Bu arada 25-30 yaşlarında bir genç köyümüzün teknik direktörlüğünü yapıyor.Oynayacak gençleri tespit edip onlara mevkilerini söylüyor.

 

     Nihayet maç başladı.Rakip gençlerle kıran kırana bir maç oluyordu.Biz yenik duruma düştük.Ama teknik direktörümüz kenarda Barcelona ile kupa finali oynuyormuş gibi kaptırmış.İçeri bağırarak komutlar veriyor.Bazen sinirleniyor.Oynamak aklımda yokken Mehmet Taşkıran abimin tavsiyesi ile Teknik Direktör genç beni oyuna aldı.İki dakika oldu olmadı,top ayağıma geldi.Bir çalım atıp yanımdakini geçtim.O sırada olan oldu yanımda koşan gencin sert bir dirsek temasıyla ben su kanalına yuvarlandım.Elim yüzüm toz içerisinde kanaldan çıkıp maça girecektim ki teknik direktör hızını alamamış,kazağını çıkarıp benim yerime kendi oyuna girmişti.

 

     Tabi bu duruma sinirlenmiştim.Çünkü daha iki dakika olmuştu oyuna gireli , yanımda duran benim yaşlardaki gence , teknik direktörü göstererek sordum.

 

- Kim bu ya?

 

- " Haaa!..O mu? Bizim köyün imamı " dedi.

 

Erdal ASLAN - Hayal Meyal Borandere

     Henüz ben Dünya’ya gelmeden 1963 yılında ortanca ağabeyim Erdoğan doğunca babam köyden ayrılmayı koymuş kafasına,almış iki çocuğunu ve eşini Kayseri yollarına düşmüş.Arkadaşları ve sevdikleri dur gitme koca şehirde perişan olursunuz, dedilerse de “Usandım 1 yıl verip 5 yıl alan bu kıraç topraklardan en azından çocuklarım okur” diye cevap vermiş onlara.Pınarbaşı’nın çok uzak kabul edildiği o yıllarda nur içerisinde yatsınlar rahmetlik babaannemi ,Güldane halamı ve Allah başımızdan eksik etmesin Saim amcamı köyde bırakarak Kayseri’ye taşınmış.O yıllarda koca Kayseri’de sadece 4-5 aile Çerkes varmış.Kayseri’nin yerli halkı çok da sıcak değilmiş köyden gelen bu insanlara karşı,bu yüzden babam Talas’a yerleşmiş.

     Ben 1966 yılında Talas Harman mahallesinde doğdum.Bir kaç yıl sonra babamın burada ortak açtığı fırın iflas edince şehir merkezinde yeni bir fırın açtı, bizde böylece şehir merkezine yerleşmiş olduk.Kayseri merkezde pek çok kiralık ev değiştirdik,pek çok arkadaşım oldu.Ama en sevdiğim anılarım köyden akraba kızların annemle halı dokumak için Kayseri’ye geldikleri günler olmuştur.Kulakları çınlasın Perihan abla ( Perihan Taşkıran şimdi İstanbul’da ) benle çok uğraşırdı.Hele Miyasa abla (Ahmet Yeşilyurt’un eşi o yıllarda evli değildi.) beni çok kızdırırdı.Bunlar gündüz halı dokurken bana yalvarırlar,gidip sinemalarda oynayan filmleri öğrenirsen Dursun abiye ( babam) yalvarır senide götürürüz derlerdi.Onlara inanır gidip filmleri öğrenirdim.

     İşte başlardım saymaya yazlık Şahin sinemasında Cüneyt Arkın,Türkan Şoray Taş sinemasında Ediz Hun,Hülya Koçyiğit vb…bunlar bir filmde anlaşırlar.Akşam olunca tabi babam onları kırmaz.Ama bana gitmeyeceğiz diye rol keserler,ben uyuyunca rahmetlik anneanneme bırakıp cümbür cemaat sinemaya giderler.Tabi bunu ben ertesi sabah Özdemir ve Erdoğan ağabeylerimden duyunca kopartırdım yaygarayı.Sonraları bizim mahalle mini bir Borandere olmuştu.Önce babaannemler gelip bize yerleşti.Sonra aynı sokağa Rahmetlik Paşa amca ( Tahsin Aslan) ,Hamdi Çetin kaya ( Şimdi Perihan Taşkıran’la evli İstanbul’da ),Mehmet Taşkıran ağabeyim, Sevgili dayımVehbi Uzun ,Şevket Yıldırım yerleştiler.Birde bize uzak bir mahalleye yerleşip sık,sık bize gelen toprağı bol olsun Üzeyir Dinçaslan amcanın babacan tavırları ile köyümün ve köylümün insanın içine işleyen o sıcaklığını hissettim.

     Köylülerimiz her akşam bir yerde oturup sohbet ederlerken biz çocuklar yer minderine oturur,onların köy maceralarını dinlerken gözlerindeki o köy sevgisinin ışıltılarını yüreğimizde hissederdik.Borandereli olmanın verdiği gururla büyüklerimin yüzlerine bakarken.Köyle ilk tanışmam sanırım İlk okula başladığım yıl oldu.Babamla köye gitmek için köy otobüslerinin kalktığı garaja gittik.( O dönemlerde köy otobüsleri Hunatın karşısından kalkıyordu) Otobüsler malüm o dönemlerde çok eskiydi.İlk yarım saat sonra benim midem ağzımdan gelecek gibi oldu.Naylon torba verdiler,afedersiniz Pınarbaşı’na gidene kadar yer yer çıkararak gitmiştim.O eski hurda otobüsten gelen mazot kokusu kafamda nasıl yer etmişse gençlik yıllarıma kadar her otobüs yolculuğunda o kadar olmasa da beni etkilemiştir.Sonra Pınarbaşı’ın dan doğu otobüslerinden birine binerek sırtta indik.Babam “ İşte oğlum aşağıdaki köy senin köyün Aşağı Borandere”dediğinde tepeden aşağıya doğru köyümü bir süre sevgiliye kavuşma öncesi hayranlıkla seyrettim.Her şey O çocuk hayalimdeki gibiydi,belki de daha güzel gelmişti bana.Babamın ve O Dünya tatlısı tanıdığım köylülerimin anıları bu manzara ile örtüştü,sanki o anlattıkları anıları birkaç saniyede bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.

     Babamla sırttan inip köye geldiğimde yaşlısından gencine kadınından erkeğine herkes bana çok sıcak gelmişti.Köy içerisinde yürürken rastladığımız bu sevimli içten insanlar kimi eğilip öpüyorlar,kimi yanaklarımı sıkıyorlardı.Bu gün dernekte ve köydekarşılaştığım ağabeylerim ve amcalarımdı,hiç kuşkusuz onlar belki de bazıları hakkın rahmetine kavuşmuştur O tarihten sonra ama hiç birinin yüzünü net olarak hatırlamıyorum inanın bana hatırladığım sadece çok sevimli güler yüzlü insanlardı çocuk belleğimde saklı kalanlar.

     Köyde rahmetlik Emin amcamlarda kaldık.Akşam olunca Cahit ve Yılmaz’la ( Emin amcamın oğulları) ile birlikte köydeki çocuklarla kısa bir oyun faslından sonra Emin amcamın kapının önüne diktiği salatalıkları gizlice içerisinde yuvarlanarak yattığımız yerde talan ettik.Ama rahmetlik Şaziye teyzenin ( Şaziye Taşkıran)ve yine rahmetlik Şefika Teyzenin ( Şefika Yeşilyurt ) tatlılığı ve yüzleri beynime kazınmış şekilde köyden döndüm. Bu tarihten sonra köye dönem,dönem kısa gidişlerim oldu.Ama köyde gece kalışlarım bir elin parmaklarını geçmez.Bana bu köy sevgisini aşılayan başta babam ve nur içinde yatsın rahmetlik annem ve mahallemizdeki köylülerimizden Allah razı olsun diyorum.

Borandereli olmak sadece nüfus cüzdanın sağ alt köşesindeki bir satırlık yazıdan ibaret olmamalı,mühim olan o yazının içeriğini yüreğinde hissederek can çekişmekte ve yok olmaya yüz tutmuş ata topraklarına gücünün yettiği oranda sahip çıkabilmektir.Taşın altına sadece elimizi değil yüreğimizi koyabilmektir.İşte gerçek Boranlı bence budur ve bu olmalıdır.Yoksa birilerine kızdığı için köyünün ve derneğinin bu son çırpınışlarına seyirci kalmak değildir.Çünkü Boranlı olmak kimsenin tekelinde de değildir.Bana büyüklerim böyle öğretti, Allah nasip ederse çocuklarıma da ben öğreteceğim.En gerçek sevgi sevdiğine sahip çıkmaktır.Derneğin açılma sürecinde o toplantılara ben hep bu duygularla katıldım.İstedim ki çocuklarımın da yüreklerine bu köy sevgisinin tohumlarını atayım.Bu duygu ve düşüncelerle derneğime hizmet ediyorum.Yoksa kendime eğlence aramış olsaydım başka mecralara ve oluşumlara katılırdım.Köyümü ve tüm köylümü çok seviyorum.

Vedat DOĞAN - Sezai Hocam

     Dört veya beş yaşlarının kabına sığmaz zamanlarındaydım.Nerde sabah,orda akşam hesabı;evimizin yolunu karanlık basmadan bilmezdim.Hafif tombul,sanırım birazda sevimliydim. Evimizin okula ve lojmanlara komşu olması,babamla öğretmenler arasında dostluk kurulmasına sebep olurdu.Babamın en küçük oğlu olan ben de bu durumdan faydalanırdım. Özellikle Sezai AYGEN Hocamla babamın arkadaşlığı uzun geçmişe dayanır.Aralarından su sızmazdı.Grubun başka üyeleri de vardı,sanırım:Aslan İLHAN,İzzet YALDIZ,rahmetli Ezedin AKDENİZ ve rahmetli amcam Hayrettin DOĞAN.(Mekanları cennet olsun) Ev oturmalarında,köy meydanında hep yanlarındaydım.Grubun en küçük üyesi de bendim.Sert bir mizaca sahip babamın bana ses çıkarmamasında üyelerin rolü yadsınamaz.Kağıt oyunlarında sunulan ikramlarda,aslan payı benimdi.Sanırım beni yanlarında tutan nedende bu nevalelerdi.Özellikle şeker sucuğuna bayılırdım. Köy meydanında toplandıkları zamanlar eğlenceleri bendim.Birbirlerine karşı bana “Al” ettirirlerdi.Hadi şuna bir “Al” et dediklerinde; ilgili kişiyi karşıma alır, 5-6 m den koşarak ona doğru gelir,yakın bir mesafede zınk diye durur ve ellerim yumruk yapılmış,kollarım dirseklerden bükülmüş vaziyette sertçe kollarımı yukarı kaldırırdım.Arkasından gülüşmeler gırla giderdi.Tabii kim bana daha yakınsa ona nazikçe, diğerlerine alabildiğince sert yapardım.Hatırladığım kadarı ile bir babama bir de Hocama bu hareketi yapmazdım.Babamdan korkar,Sezai Hocama saygı duyardım.Bu hareketi kaç defa tekrarladığımı sormayın!!!

     O zamanlar bekar olan Hocam (2. sınıfta beni okuttu) okulun lojmanında oturuyordu.Zamanımın çoğunu okulun bahçesinde oynayarak veya Sezai Hocamın evinde geçiriyordum.İstediğim her an evi bana açıktı.Bir keresinde yatağına uzanmış bir şeyler yerken camdan birkaç öğrencisinin bana imrenerek baktığını;sahip olduğum avantajın kendilerinde de olmasını arzu ettiklerini sonradan işitmiştim. Mesleğimi seçmemde Hocamın bu tolerans ve sevgisinin olmamasının imkanı yok.Şu an Kayseri’de ikamet eden hocamı gördükçe memnun oluyorum.Yetiştirdiği binlerce öğrencisi de benimle aynı duyguları paylaşacaktır.Hâlâ sevgi ve saygımın eksilmediği,bilakis arttığı Hocamın ellerinden öpüyorum.

Vedat DOĞAN - Hürü Arı

     Dayımların küçük oğlu gibi sabah akşam onlardaydım.Rahmetli anneannem Hürü, beni çok severdi: Yaramazlıklarıma ses çıkarmaz,karnımı hiç acıktırmazdı.Bir de Hayati Abi ile yaptığım kavgalarda onun tarafını tutardı.

Çok sonra öğrendim , evimin neresi olduğunu,bir ebeveyne sahip olduğumu(!) Anneannem tam bir Osmanlı Kadını idi.Evinin kapısı daima açıktı;gelen geçen bir hal-hatır sorar,sıcak bazlamalardan nasiplenirdi.Erken bir zamanda dul kalsa da çocuklarını el aleme muhtaç olmadan yetiştirmişti.Misafir eksik olmazdı haneden.Yedi çocuğunun çocukları, onun kızanlarıydı.Düvenle harman yaparken kavurucu sıcağın etkisini ninemin getirdiği ayran giderirdi.Dayımlardan zılgıt yesem,koruyucum ninemdi.Çocuklarla kavga yapsam ,imdadıma o yetişirdi.İtlerin saldırısından sonra ilk başvuru merkezimdi.Sanırım bir nüfus cüzdanım ninemlerin üzerinde değildi!

     O gün herkesin işi vardı.Kadir’in Bahçesinin altındaki patates tarlasını sulamak bana kalmıştı.Sabahın alaca karanlığında yediğim birkaç lokmadan sonra yola düşmüştüm.Bir taraftan önümü görmeye çalışırken,diğer taraftan arkamı kolluyordum.Sağa sola kaçışan ufak farelerin çıkardığı sesler ürkütüyordu,beni.Aklıma hiç olmadık senaryolar geliyordu.Cin çıkarsa,şeytan çarparsa…Öğleye doğru hava iyice ısınmış,dilim damağıma yapışmıştı.Bir çocuktan beklenmeyecek olgunlukta tarlayı sulama işini beceriyordum.Belki ilk tecrübemdi.Daha sulanacak arklar mevcuttu.Tarlanın bir aşağısına iniyor,bir yukarısına çıkıyor;suyun arklara eşit dağılmasını sağlamaya çalışıyordum.Öğle yemeğini evinde yiyecek olanlar bir bir köye doğru seyirtirken;”Kolay gelsin Godey!” nidâlarını esirgemiyorlardı.

     Susuzluğumu bir şekilde giderebiliyordum ama acıkmaya yapacak şey bulamıyordum.Güneş kızgınlığını yavaş yavaş yitiriyordu.İyice acıktığımı hissediyordum ama yiyecek bir şeyler yoktu.Sık sık köye doğru bakıyor; yemek getiren olur mu diye düşünüyordum.Ya beni burada unuttularsa!Çünkü herkesin işi vardı.Karnım iyice zil çalıyordu.Umutsuzdum…Yaklaşanın ninem olduğunu sonradan fark ettim.Elinde çıkınları vardı.Ninem beni unutmamıştı.”Çocuk orda aç,biilaç çalışıyor.Kime söyledimse işi vardı.Seni de acıktırdım,yavrum” diye söylenerek yanıma geldi. Getirdiği yemekleri yerken düşünmedim,düşünemedim.Çok geç olsa da bugün düşünüyorum ki ninem,harika bir insandı.O ihtiyar haliyle ta köyden kalkıp(torununun aç kalmasına gönlü razı gelmemiş) oralara kadar yayan gelmişti.Sanırım fedakârlığın ne olduğunu biz onlardan öğrendik. Allah mekanını cennet etsin,ninem.Dualarım seninle.Sen gittikten sonra çoook şeyler değişti.Bu garip torunun seni unutmadı ve unutmayacak.

Vedat DOĞAN - Bir Kedim Bile Var

     İlkokul 3.sınıfa gittiğim yıl, köyden Pınarbaşı’na geçici taşınmıştık. Ders yılı boyunca ilçede, tatilde tekrar Boran dere’deydik. Murat Ağabeyim 6. sınıfa başlayacaktı ve köyde okul yoktu. Yani her babanın yapmak istediği gibi; çocuğunu okutmak için, zorunlu göç!O zamanlar köyümden bu ilk ayrılmanın benim için sevinç oluşturduğunu hatırlıyorum.Yeni bir ortam,şehir görecektim,çarşı,dükkânlar vs.dir daha aslâ bu duyguyu yaşamadım,ilk ve son.Her köyden ayrılışım hüzünlü bir vedâ oldu.Geride birçok alışkanlığımı bırakıyordum:”Pırnıka” olmayacaktı mesela hayatımda.Pırnıka bizim kedinin adıydı.Bütün vücûdu simsiyahtı.Üç kardeştiler.Biz de üç erkek kardeş olarak kedileri paylaşmıştık.En büyüğü Murat Ağabeyimin,ortancası Mustafa Ağabeyimin küçüğü de benim.İşte o Pırnıka’ydı.Sonradan Sedat’ın lakabı bile olmuştu…

     İlk iki kedimiz kısa zamanda ölmüşlerdi.Yücel birinin cesedine bevletmişti de kavga yapmıştık, bu yüzden.Özenle,Aslan İLHAN Amcaların evinin dağ tarafına gömmüştüm.Pırnıka samimi bir arkadaşımdı.Zekî,iri yapılı,tüyleri güneşte parıl parıl olup göreni hayran bırakırdı.Balıkla beslerdim çoğu gün.Ne zamanki balıktan dönüp tel çevirmeden bahçemize girsem, Pırnıka! Pırnıka! diye seslenmeme anında yanımda biterek cevap verirdi.Sanki bütün gün geleceğim saati gözlermiş gibi(!)İtleri korkutur,hemcinslerini hep döverdi.Geri çekildiği bir kavgasını görmedim.Yılanlara bile kafa tutardı:Öğlenin kızgın güneşi etrafı ısıtıyordu.Yemeğimi yedikten sonra bahçemize çıkmıştım.Az ötede Pırnıka bir şeyle boğuşuyordu.Hemen yanına koştum ki ne göreyim!Pırnıka yılanla cedelleşiyordu.Pençelerini vurdukça yılan kıvrım kıvrım kıvrılıyor,tıs tıs sesler çıkarıyordu.Evdekilere bağırdım.Annem yetişti.Yılanı elinden zor aldık. Çoğu geceler yatağımda yatırırdım.Hır mır,hır mır sesleri çıkararak uyuması çok hoşuma giderdi.Annem den bu nedenle çok azar işitsem de vazgeçmedim.Benimle uyanır,o gün nereye gideceksem bir süre beni yolcu eder ne zamanki gitmesini istersem yanımdan ayrılırdı.

     İşte Pınarbaşı’na göçtüğümüz o yıl Pırnıka köyde kalmıştı.İlçeye götürmeme izin verilmemişti.Babam,onu ilçede gördüğünü anlatmıştı.Bizlerden ayrılmak hem ona,hem bizlere ağır gelmişti.Ev sahiplerini kaybetmenin üzüntüsüyle bir süre daha yaşadı.Sebebi meçhul bir şekilde öldü.Ne çok ağlamıştım…Şimdi bile etkileniyorum.Hayvanları seven birinin kötü olmayacağını düşünüyorum.Birçok sevgiye kaynaklık ettiğini de iddia ediyorum.Çocuklarımıza bu sevgiyi çok görmeyelim; hatta teşvik edelim.

Çevik ÇOŞKUNER - BORANDERE

     Gök yüzünde alıcı kuşların uçuştuğu,billur billur suyunda balık tuttuğumuz,yüzdüğümüz,yemyeşil çayırlarıyla ilk baharda kuş cennetini andıran ÖZ'üyle yürekli insanların yurdu derlerdi, o güzelim yaylalarında keklik sesiyle uyanılan sisli sabahları anlatırlardı eskilere sorsaydık. Eskiler diyorum ama 1970-1975 doğumlu olanlarda son demini yaşadık gaz lambalarının yerini Elektriğin aldığı,mahalle çeşmelerinin yerini evlere gelen suyun rahatlığını, DELTA radyolardakiarkası yarınların heyecanını televizyonların siyah beyaz dünyasında DALLAS dizisiyle keşfettik dış dünyayı ve HAKKI KARAHAN eliyle diye noktalanılan mektupların yerine telefonların aldığını. Belki bir devlet politikası ,belki çağın gereği ama köyden kente göçün başlamasıyla en büyük yıkımı hem kültürel hemde manevi deyerlerin yok olması anlamında bizler yaşadık.Uzun yıllar savaşıldıktantan sonra yaşanılan sürgün ve sürgün yaşadığın topraklar uğruna verilen savaşlar,yeni bir Cumhuriyet ,kılık kıyafet devrimi ,yeni bir alfabe.Bütün bu aşamaları yaşayıp yinede kültüründen ödün vermeden belkide yaşadığı coğrafyada ayrıcalıklı bir konuma gelen bu sürgün insanları 1980 'li yılardan sonra hızlı bir şekilde başlayan köyden kente göç ve yukarıda belirttiğimiz teknolojik ve sosyal gelişmelerle onca yaşanılan acılara rağmen kaybedilmeyen değerleri birer birer yitirdik.

     Biz neredeyiz ? Başladığımız yerden bugüne kadar kat ettiyimiz yolda neler kazandık neler kaybettik.Bu soruyu herkes kendi sosyal konumuna göre deyerlendirebilir.Kimileri kazandı kimileri kaybetti ama genel anlamda manevi deyerler anlamında herkesin birdaha kazanamayacağı birçok şeyi kaybettiyi kanaatindeyim. Evet Borandere adının ağırlığıyla bile içimizi ısıtan köyümüz.Kaybettiklerimizin yalnız kültürümüz olmadığını köyümüzünde yavaş yavaş kaybolduğunu görmek ve daha acısı hiç birşeyin yapılmaması. Herkesin renkli bir hatırasının olduğu yemyeşil köyümüz bahçelerinde mısırların ,salatalıkların,yerelmalarının kapıları elma ağaçlarının süslediyi güzel köyümüzde şimdi insanlarımızın evlerinde içme suyu dahi bulamadan çaresizliğin gölgesinde gizlenerek yok oluşlarını seyretmekteler. Bu süreç birtek bizim köyle sınırlı deyil elbette.Bütün Anadolu köylerini kapsayan bu göç dalgası herkes gibi bizide vurdu. Ama en büyük yıkımı bizlerde yaptı.çünki biz Kafkasya-dan dilimizi ve örf ve adetlerimizide getirip geldik ama şimdi onların yok oluşunun yasını, acısını yaşamak bir tokat gibi yüzümüzde patladı.Düşünelim. büyüklerimizin konuştuğu lisanı.Çeçen veya Kabertey lisanını .Tarihçesini bilen varmı bu dillerin nezaman var olduğunu yüzyılmı?binyılmı yoksa dahamı eski.Bukadar eski olan lisanımızı bugünlere kadar taşıyan o yüce insanları ve bizleri .Bir ulusu ulus yapan en önemli halkalardan birini bizler kopardık ,yok ettik .Sebep ne olursa olsun bu mirası bizler yok ettik ve inanın birdaha kazanamayacağız. Evet düşünüyorumda nekadar çok şeyi kaybetmişiz. Köy meydanında oynadığımız halimolayı,kadirin bahçesinde yüzdüyümüzü,Şerefin var olsun diye sıktığımız tapa dabancaları,Çeçen yaylayı ,kurudereyi,başpınarı,elmalı pınarı dağarmutlarını,kaynattığımız hedikleri,mezarlıktan kaydığımız kızakları ,özde toplanan çayırları,harmanlarda koşulan düvenleri,yemlikleri ve mantarları.aşşık oynamayı ve zubayı,şeytancuk yapmayı,tel arabalarını,közde pişirdiyimiz patetesleri,kavurduğumuz arpaları vs vs vs.

     Yukarda yazılan bütün her şeyi bizler 1980 den önceki kuşak herkes ucundan kıyısından bu çemberin içerisindeydik.İnanıyorumki herkes eskilere gidip anılarını canlandırmaya çalışıyordur ve herkesin birer anısı vardır.Ama şimdi yok bunların inanın hiç birisi kalmadı veya can çekişiyor.Bu süreci bizler yaşadık .şimdi hafızalarımızda tatlı birer anı olarak yerlerini aldılar.Bizden sonrakilerbizlerden dinlerken güzel bir masal tadında dinleyecekler ve sonrakiler beklide hiçbir şey hissetmeyecekler onlar için bir önem ifade etmeyecek.Bizler güzel hatıralarımızı meze yaparken dost sohbetlerinde, eyer dile gelseydi BORANDERE

 

NE KALDI ŞUNUN ŞURASINDA

''YİNE VE İLLEDE SEN''

DİYORSAN BU YOLCULUKTA

AY YOLA DÜŞMEDEN GEL

YORULDUM,YOL ÜSTÜNDEYİM...

SEN ÜSTÜME ÇIKA GEL !

T.TALİPOĞLU